15.11.2015 - 02:30 | Son Güncellenme:
NİL KURAL - nil.kural@milliyet.com.tr
Cem Yılmaz’ın “Pek Yakında”nın ardından tek başına yönettiği ikinci filmi “Ali Baba ve 7 Cüceler” cuma günü gösterime girdi. Türkiye’yi güldüren adamın sinema macerasının şakaya alınacak yönü yok. Kendi sevdiği tabirle “filmci” Cem Yılmaz, sinemayı ciddiye alıyor, sadece sinema mirasına değil, çağdaşlarına da sorumluluk duyuyor. Yılmaz’la iyi adam ve kötü adamı canlandırdığı, senaryosunu da kaleme aldığı, geniş kitleleri güldüreceği kesin filmi “Ali Baba ve 7 Cüceler”i konuşmak için Raffles İstanbul otelinde bir araya geldik. Söyleşinin başrolüne sinema oturdu.
-Bir söyleşinizde “Sinema tembel işi değil” diyor ve kendi senaryo yazma hızınızın üç-dört yıl olduğunu söylüyorsunuz. Ancak son bir yıl içinde sizi birden çok projede gördük. Artık daha mı hızlı çalışıyorsunuz?
Bu yıl verimli geçti. Bu birazcık şans oldu çünkü “Ali Baba ve 7 Cüceler”in taslağı hazırdı. Acaba gene böyle karikatür bir iş mi yapayım, yoksa bir komedi dram mı yapayım diye düşünürken “Pek Yakında”yı öne aldım. “Ali Baba ve 7 Cüceler” yarı pişkin vaziyette bir kenarda duruyordu. Bu yüzden altı ay kadar zaman kazandık. Önümüzdeki ilkbahar yerine bu yaz çekebildim. Aralıkta Russell Crowe’un “Son Umut” filmi gösterime girdikten sonra Yüksel Aksu’dan bir rol teklifi geldi. Yeni bir film hazırlıyor, Muğla merkezli ve 1970’lerde geçen güzel, tatlı bir dram.
“Ali Baba ve 7 Cüceler”in yapım sonrası süreci sırasında onda oynadım, üç hafta çalıştım sette. Senede birden fazla iş çıkarmak mümkün değil, benim çalışma stilime göre. Ancak böyle hazır bir hikayeniz varsa olabiliyor. Ya da başka bir arkadaşınızla ortak, onun yazdığı, yönettiği bir filmde oyunculuk olabiliyor. Daha fazla böyle olmasını tercih ederim doğrusu. O zaman oyunculuk olarak da birazcık çeşitlilik olabiliyor çünkü bambaşka karakterler canlandırıyorum. Ama bana çok fazla teklif gelmiyor tahmin edebiliyorsunuz. Geçenlerde bir taksici, “Abi dizilerde seni göremiyoruz” dedi. Beni de aldı bir düşünce, acaba niye?
-Yeni bir filme hazırlanırken Türk sinemasında nerelere bakıyorsunuz?
Teknik bakmıyorum. Çok içgüdüsel, belki de çocukluktan biriken şeyler var. “Ali Baba ve 7 Cüceler”de aslında çok da Türk filmi şablonu yok.
-Evet, macera türünün kalıplarını hatırlatıyor.
Bu, pazar günleri izlediğimiz “buddy” komediler gibi. Buddy’lerin başına bir şey gelir falan gibi. Ama bir retro havası da var, içinde ajanlar majanlar... Bunlar aslında bu türün gerçeğinin çocuklaştırılmış bir versiyonu gibi. Benim kahramanlarım üstündeki komedi kılıfını atarsanız, böyle adamlar olabilir. Var, gördük de. Çünkü karakterlerden Boris Mançov’un evini, Sofya’da öyle evi olan bir adamın evinde çektim. Allah’tan biz çekerken orada değildi.
“Ben ‘Böyle şeyler olur’ duygusu için çalışıyorum”
-Mançov gibi biyolojik silah da yapıyor mu acaba?
Belki de vallahi bilmiyorum çünkü yani Sofya’daki Bulgar prodüktör arkadaşlara “Bu adam ne iş yapıyor?” dedim, hiçbiri cevap veremedi. Dolayısıyla...
-Akıllarda soru işareti oluşuyor...
Gerçekten öyle. Şunu demek istiyorum: Komedi kılıfını çıkardığınızda “Böyle şeyler olur” duygusu verebilecek bir şey yaratmaya çalışıyorum. “Yuh, bu kadar da olur mu?” ile “Böyle şeyler oluyor”u karıştırıp komedi yaratmak... Çünkü komedi kahramanını, başına gelen şeyi nasıl çözdüğü belirliyor. Şimdi bizim başımıza “Ali Baba ve 7 Cüceler”deki iki kahramanın başına gelen gelse, evimize dönelim dersin. Bunlar dönmüyor, tıpkı “G.O.R.A.”daki Arif gibi.
“Bir öykü izletirken gösteri ritminde güldürmek imkansız”
-Ana akım komedi içinde filmlerinizin sanat yönetimi, görüntü yönetimi, efektleri gibi yapım değerlerine baktığımız zaman izleyiciyi ciddiye alıyor, “Kitlem zaten gider” diye düşünmüyorsunuz sanki.
1980’lerde Eddie Murphy, Amerika’da stand up gösterisini sinema perdesine çıkarmış.
O zamanın parasıyla 50 milyon dolar hasılat yapmış. Ben de mesela 2013’te, 2011’den 2013’e kadar sahnede canlı yaptığım gösteriyi sinema perdesine çıkarmak istedim. Çünkü turneye çıkamıyordum ve İstanbul, İzmir ve Ankara’nın dışında gösteriyi canlı izleyen yoktu. Ben de çok kameralı bir çekimi sinema perdesine çıkardım. 4 milyon kişi izledi. O sıralarda 4 milyon çok iyi bir rakam ve bazıları “Bu, film mi?” dedi. Bu, film değil. Hakikaten bir siyah tişört-pantolon ve biri anlatıyor. Güldürüyor mu? Evet, güldürüyor. O başka bir konuydu.
“Elinde mürekkep olunca çizersin”
-Sinema filminden farklı elbette...
Millet ne ders aldı bilmiyorum fakat ben şu dersi aldım: Bunu başka bir ürün olarak sundum ama bu bir sinema eseri değil. İnsanları bir gösteri ritminde güldürmek mümkün değil bir öykü izletirken. Doğru bir fikir de değil, bunu başaran film yok, işin tabiatına aykırı. Filmde başka şeylere dikkat etmek gerekiyor diye tercüme ettim. Mesela kendimle alay ederek söyleyeyim, filmdeki peruğu takıyorum, sesimi inceltiyorum ve Sofya sokaklarında kafelerde birilerine tokat atarak Sofya’nın bir ucundan giriyorum, öbür ucundan çıkıyorum... Şimdi bu da bir tercih ama ben öyle bir şey yapmak istemedim. Amerika’dan örnek verecek olursam, “Saturday Night Live”daki adamlar, Ben Stiller’lar, Will Ferrell’lar, Seth Rogan’ların yaptığı gibi; ana akımda komedyen olmayanların pek değmediği konulara değinip yapım kalitesini yüksek tutup serseri bir öykü anlatmak istiyorum. Karikatürden gelme olmam da bana kahramanları filmlerimdeki şekilde kurma imkanını veriyor. Kahramanları bu şekilde kurunca, adamı giydiriyorsun, oturdukları sandalye de, bulundukları otel odası da bir şey istiyor. Boş beyaz kağıt, çini mürekkebi elinde olduğu zaman kolay, onları çizersin. Sinemada ise yapman lazım.
“Sinemanın seyircisi olsam yeter”
-Film çekerken karşınıza nasıl güçlükler çıkıyor?
Korkum şu: Bizi bağlayan bazı şeyler oluyor. Kabiliyetle ilgili değil, ekonomik kabiliyet denebilir belki. Yapabileceklerinizin sınırını ön hazırlıkta bilince fazla şımarmazsınız. Mesela bot patlasın, o ev de patlasın, yok yok helikopter de patlasın, özel uçak da patlasın diyemezsin. Biz bunu ekonomik olarak yapamayız. Bunu yapabilirim ama bu sefer James Bond gibi çok sponsor almam lazım filme. Ben bir tane sponsor koruyorum, seyirci ya da benimle çalışmayan diğer marka kamuoyu yaratıyor. Ekonomik bir hadisedir film, bir yandan da.
-“Film çekmek canımı alıyor” dediniz basın toplantısında, o kadar zorlu mu?
İnsanlar komedi filmine ilgi gösteriyor. Türk sinemasında komedi filmi her zaman çok gişe etkisi olan bir tür olmuştur elbette. Ama birazcık fantezi yapmaya başladığınızda seyirciden o iltifatı alma arzusunda oluyorsunuz. “İzlerlerse bir daha böyle bir şey yapabilirim” diyorsunuz. “Pek Yakında” pahalı bir filmdi ama daha komedi ağırlıklı olanlarından daha az insan gitti. Çoğunlukla öyle oluyor. Hiç kimseye benim filmimi beğen, bak beğenmezsen bir daha yapamam diyemezsiniz ki.
“Başka bir filmde oyuncu olmaktan da haz alırım”
-“Ali Baba ve 7 Cüceler” ikinci kez tek başınıza yönettiğiniz film. Ayrıca iki karakteri canlandırma ve senaryo sorumluluğunuz da var. Bütün bunlar size yük oldu mu?
Bu tür filmlerin rejisi, dekupajı elbette zor değil. Çünkü şablon bir tür. Size bir konfor alanı yaratıyor. Ama “Pek Yakında”da bizim eski Türk filmleri kadrajıyla ilgili bir şeyler denemiştim. “Ali Baba ve 7 Cüceler” ise seni sınırlıyor. Hazırlığı da makul sürede yapıyoruz,
10 haftada. Dolayısıyla bizim yani filmin reji ekibinin benimle yönetmen olarak çalışması şu demek: “Arkadaşlar konuştuğumuz gibi çekiyoruz.” Öyle çok büyük tartışmalar olmuyor bizim sette. Oyuncularla da okuma provası yapıyoruz, her şey yerli yerine oturuyor. O nedenle yönetmek yazmaktan ya da oynamaktan daha zor değil doğrusu “Ali Baba ve 7 Cüceler” türü bir filmi. Diğer yandan da yönetmenlik çok şeyi kapsıyor, mesuliyetli. Mesela ben ocakta başladım bu filmle ilgili çalışmaya. Üç gün önce bitti işim. En son işte Almanya kopyasının altyazılarını kontrol ediyordum.
-Sinemanın her yönünden memnuniyet mi duyuyorsunuz?
Bir tabir var çok hoşuma gidiyor benim: “Filmci”. Amerikalıların “filmmaker” dediği. Benim için önemli değil, ben sinemanın herhangi bir yerinde çalışırım. Başka bir filmin içinde bir oyuncu olarak bulunmaktan da haz alırım, başka bir filmin senaryo ekibinde çalışmaktan da... Filmci olmak bence hepsini kapsayan bir şey.
“Ben neye inanacağımı bu yaşımda öğrendim artık”
-“Filmci” kelimesi bana Yeşilçam’ı da çağrıştırıyor. O mirasla, Türkiye sineması mirasıyla ilişkinizi nasıl tanımlarsınız?
Bu, çok duygusal bir seyirci bağı. Aslında benim temelde sinemayla bağım da bu. Doğruyu söyleyeyim, ben kendi yaptıklarım gibi film görmediğim için bu filmleri yaptım. Filmlerim hakikaten yalnızca kendilerine benziyorlar. İyi ya da kötü. İsterse 50 sene sonrasının Ed Wood’u desinler bana, önemli değil. “Yeni film, şeye benziyor, dur, senin ‘A.R.O.G.’, ‘G.O.R.A.’ya benziyor” denebilir ama o kadar.
-Neyi kıymetli bulunuyorsunuz sinemada?
Seyirci duygusuyla hayranlık besledim. Kendi benliğim neyi seçtiyse onu biriktirdim. Ama bir hürmetim var, hep de aklımın kenarında evrensel bir şeyde de harmanlamaya çalışıyorum. Dünyanın herhangi bir yerinden sinemacı bir arkadaşınıza yaptığınız fragmanı izlettiriyorsunuz; diyor ki “Hiçbir kelime anlamadım ama çok güzel”. Türkiye’den bakan ise diyor ki “Fragmanlardan anladığım kadarıyla senaryoda kopukluklar var.” Aradaki fark bu. Ama ben neye inanacağımı bu yaşımda öğrendim artık, neyin kıymetli olduğunu. İzlediğim filmlerde ne kalıcı, ne samimiyetle yapılmış, hangisi gerçekten ticari emelle yapılmış, hep bunları ayırt etmeye çalıştım.
“Kalıcı olursa, hatırlanırsa insan mutlu olur ancak”
-İzleyici Türkiye’de yerli filmlere ilgi gösteriyor, bu durum sektör için önemli.
Türk sineması, Avrupa’da yabancı filmlerle gişede mücadele eden ender örneklerden. İzleyiciden gelen bir iltifat var. Bazı alanlarda inanılmaz yerlere bayraklar dikildi. Dünyanın her yerinde tanınan yönetmenlerimiz var. Dolayısıyla onların yüzü suyu hürmetine başka janrın da onları utandırmayacak kalibrede iş yapması lazım. Yalnızca ustalara veya kutsal bir şeylere borcumuz yok ki, çağdaşlarımıza da borcumuz var. Nuri Bilge Ceylan öyle bir film yaparken ben yerlerde sürünen bir komedi filmi yapamam; öyle bir lüksüm yok. Komedi filmi trüklerinde bir şeyleri iyi yapmaya çalışırım. Bana Zeki Demirkubuz kendi filmini izlettirir, ben ondan bir haz alırım; benim komedi filmimi o izler, “Ulan gene güldürdün bizi” der. Benim bunlar hoşuma gider, bunu dinamik bulurum. Dünyada insanlar bir gün Sean Penn’i çok enteresan bir filmde görüyor, bir diğer gün Sean Penn’i bir skeçte komiklik yaparken... Ben bu organiklikte, bilgilerin harman olduğu, paylaşıldığı bir şey istiyorum. Yani benim sinemacılık maceram diyorum ya, ben sinemanın seyircisi olsam bana yeter. Benim bir unvana ihtiyacım yok. Kalıcı olursa, hatırlanırsa insan mutlu olur ancak. Yoksa ne kıymetler var değerini bilmediğimiz. “Fantastik Türk Sineması” adlı Giovanni Scognamillo ve rahmetli Metin Demirhan’ın derlediği bir kitap var. İnsanlar açıp bir baksınlar neler yapılagelmiş. Çok eğlenceli, kült, komik, fantastik filmler var, bunlara kıymetsiz diyebilir miyiz?
“Türkiye’de 50-60 milyon dolarlık film yapmanın imkanı yok”
-İmkanlarınız sonsuz olsa ne çekmek istersiniz?
Benim de aklıma geliyor bazen... Eskiden pazar günleri izlediğimiz Burt Reynolds’ın rol aldığı “The Cannonball Run”da olduğu gibi 10-15 tane sivri karakter vardır ve bir araba yarışını tamamlarlar gibi bir şeyler çekmek isterim. Öyle karnaval bir şeyler çekmek isterim ama benim para harcama eğilimime göre çok pahalı. Türkiye’de 50-60 milyon dolarlık film yapmanın imkanı yok. Böyle bir para dönmüyor burada.
“Saygıyı dilde değil prodüksiyonda ararım”
-Basın toplantısında filmin kanlı sahneleriyle ilgili bir serzeniş oldu. Yazarken dikkat ettiğiniz sınırlar var mı?
Mesleğin gereklerini yapmaya çalışıyorum, benim çizdiğim sınır o. Hayatım boyunca işimle ilgili hiçbir taviz vermedim. Çünkü işimi incelikli yapmaya çabalıyorum. Bence kabalık dilde, sözde, hele hele sözün ta kendisinde değildir. Küfür eden bir adamı resmetmek, küfür eden bir adamı betimlemek, küfür etmenin ta kendisi değildir. Burada bir gözlem hatası yapıyorlar. Küfür duymak elbette insanları irrite edebilir. Bazı sahnelerin sertliğinden dem vurdular ama bu çocuksu bir reaksiyon. Filmin neticede belli bir yaş grubuna hitap ettiği zaten belli. “Zincirsiz” döneminden Quentin Tarantino’nun şiddet ve ırkçılıkla ilgili röportajını izledim. Büyük bir bombardıman yaptılar ve o da “Beyler, ben Tarantino’yum. Hani hatırlayın ‘Rezervuar Köpekleri’, hani adam kan içindeydi, kulağını kesiyordu. Hatırladınız mı o filmi? Öyle tanıdınız beni” dedi. Biri mesela “Çocuk seni örnek alıp niye küfür ediyor?” diyor. Çocuk beni örnek alıyorsa film yapsın. Kendini başkasının korumasına muhtaç hissetmeyi anlamsız buluyorum. Kaldı ki çok saldırgan şeyler de yapmıyorum. Ben saygıyı dilde aramıyorum ki, saygıyı prodüksiyonda ararım.
“İş kovalamak karakterime uygun değil”
-“Son Umut”tan sonra yurt dışından teklifler geldi mi?
Yok, şimdiye kadar hiçbir şey olmadı. Russell Crowe’un yapacağı yeni film “In Sand and Blood” adlı gerçek bir hikaye. Bir geminin kaptanı ve ekibi esir alınıyor, onların hayatta kalma mücadelesi, epik bir film. Crowe bu filmle ilgili “Hemen menajerini devreye sok” gibi akıl verdi ama iş kovalamak pek benim karakterime uygun değil. Bir vesileyle beni filmde görüp de “Böyle birisi lazım” diyen birini reddetmem ama çok kovalamak da istemem. İşim başımdan aşkın zaten ve kendi yapabildiğim şeyi daha iyi yapmaya çalışıyorum. Bizim yaptığımız işi takdir eden sayısı da tatmin edici; manevi tatmini de insanı doyuruyor. Dolayısıyla mesleğimi şurada burada değil orada yaparsam daha acayip olur gibi bir duygum yok. “Son Umut”ta çok çekinerek gitmiştim Avustralya’ya. Çok güzel tecrübelerle döndüm.