13.09.2020 - 03:05 | Son Güncellenme:
Seyhan Akıncı
Kenan Evren’in “Silahlı Kuvvetler aziz Türk milletinin hakkı olan refah ve mutluluğu, vatan ve milletin bütünlüğü için yönetime el koymak zorunda kalmıştır” sözleriyle duyurduğu 12 Eylül askeri darbesinin üzerinden tam 40 yıl geçti. Bu 40 yılda Evren ve darbecilerin birçoğu ne vicdanen ne de hukuken hesap vermeden aramızdan ayrıldı. 12 Eylül’ün karanlığını yardığımızı söylemekse imkansız. Resmi rakamlara göre darbenin ardından gazeteler 300 gün boyunca yayın yapamadı. İmha edilmek üzere depolanan yayınların ağırlığıysa 40 tondu. Sadece gazeteciler için istenen hapis cezalarıysa 4 bin yıl. Basın özgürlüğünü kısıtlayan 151 yasanın yetişmediği yerde 39 ton ağırlığında gazete, kitap ve dergi yakılarak yok edildi. 927 film yasaklandı. 650 bin kişi gözaltına alındı ve 1 milyon 683 bin kişi fişlendi. Yüzlerce kişi işkenceyle öldürüldü. Erdal Eren çocuk yaşta idam edildi. Rakamlarla anlatılamayacak 12 Eylül tablosunun kültür ve sanata etkilerini 40’ıncı yılında Ahmet Ümit, Ali Özgentürk, Selda Bağcan, Hüsamettin Koçan, Ercan Kesal, Mustafa Avkıran ve Derya Bengi’yle konuştuk.
Erdal Eren 17 yaşında yaşı büyütülerek 13 Aralık 1980’de idam edildi.
“12 Eylül benim yazar olmamı sağlayan darbeydi”
Ahmet Ümit - Yazar
12 Eylül darbesi aslında önceki iki darbe gibi hayatı tümüyle kesintiye uğratan, kuşaklar arası büyük boşluklar yaratan, toplum için çok zararlı olaylardan biriydi. Toplumu travmaya uğratan büyük depremlerden biriydi. Ne yaptı 12 Eylül diye sorarsak? Şunu yaptı; ülke krizdeydi ve krizi toplumun aşmasına izin vermedi. Askerler bu krizi ABD’nin çıkarlarına uygun şekilde çözümledi. Elbette bütün darbelerde olduğu gibi ilk büyük düşmanları da sanatçılar oldu. Çünkü farklı düşüncelerden ve aydınlıktan korkuyorlardı. Bugün yaşadığımız pek çok olumsuzluğun temelinde 12 Eylül 1980 darbesi var. 12 Eylül genel olarak baskı ortamı yarattığı için, sanata etkisi oldu elbette. O güne kadar var olan sol edebiyattan ki daha çok toplumcu hikayelerden bahsediyoruz, bu anlamda bir uzaklaşma görüldü. Daha bireye yönelik, bireyin daha çok cinsellik temelli sorunlarının anlatımına yönelindi. Daha çok içe dönüş gerçekleşti edebiyatta. 12 Eylül benim yazar olmamı sağlayan darbeydi esasında. 1980’de 20 yaşındaydım ve antifaşist bir örgütte mücadele ediyordum. 1989 yılında kadar 9 yıl boyunca İstanbul’da böyle bir örgütün yöneticisiydim ve ilk hikayelerimi o zaman yazdım. O olumsuz süreç beni yazar yaptı diyebilirim.
“Sansür toplumun doğal bir uzvuna dönüştü”
Ali Özgentürk - Yönetmen
Her askeri darbe, o toplumun zihninde, bilinçaltında çok önemli yaralar açar. Güven mekanizmalarını kırar, korku, endişe iklimi yaratır. 12 Eylül darbesi de bunlardan biriydi. O dönem “At” filminin montajını yapıyordum, stüdyoya 3-4 polis geldi. Beni eve götürdüler, evdeki kitaplar toplandı ve 9-10 ay yargılanmadan, nedenini bilmeden cezaevinde yattım. Bu şekilde yıllar boyu hapiste tutulan, işkence gören, idam edilenler oldu. Bunun kültür sanat dünyasına etkisi elbette hür eleştiri, özgür yaratıcılığın kısıtlanması olarak yaşandı. Her yönetmenin, senaristin ya da yazarın, sanatçının gündeminde “Bunu yazarsam ya da bu sahneyi koyarsam acaba yasaklanır mı ya da hapse atılır mıyım?” sorusu oluştu. Sanatçının zihnine o kuşku yerleşti. Sansür, bu toplumun doğal bir uzvuna dönüştü. Aslına bakarsanız, yalnızca 12 Eylül’le de sınırlayamayız. 1923’ten bugüne kadar her iktidar döneminde yazarlar, tiyatrocular, gazeteciler, şairler, sanatçılar hapse girmişlerdir. Korku mikrobu, bu toplumun bilinçaltından hiç eksik olmadı, hep vardı. Buna rağmen az da olsa sözünü sakınmayan, başına gelecekleri göze alıp üretmeye devam eden sanatçılar da oldu tabii. Ama yine de darbeler toplumun önemli bir uzvunu, özgür düşünme becerisini kaybetmesine neden oldu. Üzerinden 40 yıl geçmiş olsa da biz bu konuda hâlâ topal bir durumdayız.
“12 Eylül üzerimden silindir gibi geçti”
Selda Bağcan - Sanatçı
12 Eylül benim üzerimden silindir gibi geçti. 7 sene pasaportuma el konuldu, yurt dışına çıkamadım. Çağrıldığım festivallere gidemedim. 1986’da Londra’da düzenlenen “WOMAD” festivaline çağrıldım, pasaportum olmadığı için gidemedim. Nâzım Hikmet’in “Türk Şiiri”ni bestelemiştim, bu şarkım festivalin plağında yer aldı. Ve bütün dünya radyolarını dolaştı. Bu sayede ünüme ün kattım. Ertesi yıl tekrar aynı festivale çağrıldım ve bu defa pasaportumu verdiler. Türkiye’de 1980’den sonra 7 yıl konser izni verilmedi. 3 defa hapse girdim, 9 ayrı davadan olmak üzere hepsinden beraat ettim. Böylece kariyerime kariyer kattım. 1982’de “Unutursun Mihribanım” albümünü yaptım, 1984’te de “Memleketim” albümünü yaptım. Bu döneme iki albüm sığdırdım. 12 Eylül’le, özgün müziği, sol müziği bitirdiler. 1988’de yayınladığım “Özgürlük ve Demokrasiyi Çizmek” adlı albümüm toplatıldı, benimle birlikte pek çok sanatçının albümleri toplatıldı ve böylece sol müziği bitirdiler. Gençleri politik düşüncelerden uzaklaştırmaya çalıştılar, buna da depolitizasyon dendi ve bugünlere geldik.
“Herkes bu şiddetten payına düşeni yaşadı”
Ercan Kesal - Oyuncu/Yönetmen
12 Eylül bilindik bir askeri darbe olmanın ötesinde sosyal bir mühendislikti de! Yüzlerce insanın ölümü, sürgünü, cezaevleri, idamlar, yasaklar ve tutuklamalar... Bir kuşağı biçtiler, toplumun sağlıklı düşünme yollarını bozdular, bir ülkenin en kıymetli varlığını, aklını aldılar tabiri caizse! Herkes bu şiddetten payına düşeni yaşadı. Sinemanın da etkilenmemesi mümkün mü? Kitaplar toplatıldı. 39 ton gazete ve dergi imha edildi. 937 film yasaklandı... Günümüzün beğeni ve estetik düzeyinin bu halde olmasının ve başımıza gelen onca musibetin ana müsebbibi 12 Eylül’dür.
“Askeri yönetimler sanat eğitimi üstünde sorunlu bir yapı bıraktı”
Prof. Dr. Hüsamettin Koçan - Ressam
12 Eylül sonradan ressam olduğunu öğrendiğimiz Kenan Evren Paşa’nın liderliğinde gerçekleştirilmiş bir askeri darbe olarak sanata, ekonomiye, eğitime ve daha birçok alana ilişkin etkiler yarattı. Bu etki Evren’in Kültür Bakanlığı tarafından düzenlenen Asya-Avrupa Bienali sırasında adaba aykırı bulduğu için sansür ettiği Polonyalı sanatçının işi ile başladı. Daha sonra bu denetleyen askeri yapı ile sanat arasında, sürekli bir gerginlik yaşandı. Sanatçılar her zaman iktidarlar tarafından kontrol edilmek istenmişlerdir. Sanatçı bu tür engellemeleri mutlaka aşıyor. Ancak kurumlar bu tür etkileri ve sarsıntıları uzun süre bünyelerinde barındırıyor. Sözü sanat eğitimi konusuna getirmek isterim. Çünkü en belirleyici girişim sanat eğitimi kurumları üstünden gerçekleştirildi. O da çeşitliliğe son verip bütün kurumları birer prototip haline getirmektir... Ki bugün hâlâ bu prototip, son YÖK yönetimi ile birlikte doğrudan denetimli, akademik kadroları kontrol edilen, alternatif düşünce yaratamayan kurumlar haline dönüşmüştür. Çok sayıda güzel sanatlar fakültesi açılmasına karşın, bu fakültelerdeki kadrolaşmanın yetkin bir yapıya ulaşmadığı, onun için de ülke kültür sanatının oluşması için yeterli bilimsel ve akademik katkı üretilmediği bir gerçek. Bu bağlamda 12 Eylül’ün sanat üstündeki en büyük engelleyici ve kısıtlayıcı etkisi eğitimde ortaya çıkmıştır ve bu sorunu akademilerin tartıştığı da söylenemez. Askeri yönetimlerin sanat eğitimi üstünde sorunlu bir yapı geride bıraktıklarını söyleyebilirim. Sanatçılar her şeye rağmen yaratıcı enerjilerini toplumun ve dünyanın geleceği için barışçıl bir çizgide sürdürüyor.
“Bir türlü kurtulamadığımız travma”
Mustafa Avkıran - Tiyatro sanatçısı
12 Eylül 1980 Türkiye gençliğine, özellikle de sol harekete vurulan en sert “darbe”dir. Belki de sadece bu sebeple yapılmıştır. Seküler devlet anlayışının, şimdilerde farkına varılan güç kaybının miladıdır. Yaşama hakkının, özgürlüklerin pranga altına alınışın tarihidir. Sonraki 40 yıl boyunca nesnel düşüncenin kısırlaştırılmasının adıdır 12 Eylül. Benim kuşağımın travmasıdır, bir türlü kurtulamadığımız... Mimarları ile birlikte kuşak kuşak kara arşivimizin bizatihi kendisidir. Hiçbir sanat yapıtının bugüne kadar sansür ya da otosansür olmadan 12 Eylül ile ilgili üretim yapabildiğini düşünmüyorum. Hâlâ kafamızda binbir endişe...
“12 Eylül bir yara olsa kapanırdı ama maalesef koca bir yarık”
Derya Bengi- Yazar
Türkiye, ’80’lerin vahşi benmerkezci liberal düzenine, dünyayla birlikte zaten bir ölçüde adım atacaktı ama 12 Eylül bunu silah zoruyla yaptı. Siyasal ve düşünsel miras bir anda yok edildi. Grev çadırında davul zurna çalınması yasaklanınca Cem Karaca, Şanar Yurdatapan, Melike Demirağ sürgüne gidince, meydan kırmızı tuvaletiyle “Türkiyem Cennetim”i söyleyen Müşerref Akay’a kaldı. Zülfü Livaneli sosyalizmi unutup masum hümanizm türkülerinde karar kıldı. Siyasallaşma belirtileri gösteren arabeskin önüne set çekildi. Ben o günlerde 13-14 yaşındaydım. Dayımın kendi Cem Karaca kasetini bana emanet edişini hatırlıyorum. Gizli tarikat töreninde gibiydik. 40’lı, 50’li yıllarda el yazısıyla yazılmış Nâzım Hikmet şiirlerinin olduğu defterleri insanlar herhalde birbirlerine böyle veriyordu.
12 Eylül bir yara olsa kapanırdı ama maalesef koca bir yarık. Yeni kuşaklar o dönemin sanatını, müziğini bugün ne kadar keşfetmeye çalışırsa çalışsın, o yarık kapanmaz, olsa olsa daha da açılması önlenir.