19.04.2009 - 01:00 | Son Güncellenme:
MİRAÇ ZEYNEP ÖZKARTAL zeynep.ozkartal@milliyet.com.tr
Bu haftanın gündemi malum: Ergenekon’un 12’inci dalgası... Bu dalga fazlaca yakınımıza geldi, gözaltına alınanlar arasında Doğan Gazetecilik İcra Kurulu Üyesi Tijen Mergen de vardı. Mergen’in gözaltında yaşadıklarını iki gündür gazetemizde okuyorsunuz zaten. Biz onunla haleti ruhiyesini konuşan bir söyleşi yaptık bu nedenle.
Bir sabah kapısı çalınan, evi didik didik aranan, bir hücreye tıkılan biri neler hisseder, neler geçer aklından? Oradan çıktıktan sonra düğmesi çevrilmiş gibi hayata döner mi? Bunları sordum. Bir de kendisini anlatmasını istedim.
Bir başarı öyküsü Tijen Mergen’inki. Tanrı vergisi avantajlarına kendi çabasını katan, sahip olduklarını paylaşmaya çalışan bir kadın. Bu nedenle de yaşadığı korku, endişe ve sıkıntının yanı sıra ömründen üç gün çalındığı için de öfkeli...
Konuştuğumuzda henüz gündelik yaşamına dönememişti. Karşılaştığı herkesin “Geçmiş olsun” dileklerini tüm zarafetiyle karşılıyor, yakınlarının telefon numaralarına ulaşmaya çalışıyor ve bitmek bilmeyen soruları yanıtlamak için uğraşıyordu.
Serbest kaldığınız anla başlayalım. “Çıkabilirsiniz” dediler ve...
Savcılıkta sorguya çekilip işi bitenler, birbirimize sarılarak bekliyorduk. “Serbestsiniz” dedikleri anda bir an önce dışarı çıkmaktan başka bir şey düşünmedim. Çünkü biliyordum ki dışarıda bekleyenler var; eşim orada. Nezarethaneye girerken ayakkabılarımın bağlarını almışlardı, çıkışta elim ayağım birbirine dolandı, bağlayamadım.
Bırakmazlarsa diye korktunuz mu?
Savcılıktaki işimiz çok kısa sürdü ve hiçbir şey sormadılar. O nedenle rahatladım, ters bir şey olmayacak diye düşündüm. Ama savcılığa gelene kadar moralim çok bozuktu. “Bu işin içinden çıkılamayacak, ya ben içeride kalırsam, ya yargı süreci tutuklu olarak devam ederse...” İnsan sadece bunları düşünüyor. Bütün bir gün yapacak hiçbir şey yok.
Nasıl geçti zaman?
Ne düşünürsen düşün, sonunda bu konudaki endişelerine geliyorsun. Bir ara aynı hücrede kaldığımız Eda ile isim bulmaca oynadık. Bir müddet de film anlattık birbirimize. Biraz jimnastik yaptım, yürüdüm. Hücre yan yan gidersen dört adım, düz gidersen beş adımdı.
Neler düşündünüz orada?
Orada iyi bir şey düşünmeniz mümkün değil. Dibe gittiğimi hissediyordum. “Buradan çıktıktan sonra herhalde kendimi toparlayamam” diyordum.
Dışarıda sizin için kıyametler koptuğunu biliyor muydunuz?
Hayır. Tek bildiğim şuydu. Avukatıma “Sedat bey (Ergin) çok üzgün herhalde” dedim; o da bütün gazetenin beni izlediğini söyledi. Ama olayın Ergenekon davası içinde önemli bir nokta oluşturduğunun farkında değildim. Onun için de “Ne olacağım? Bütün kariyerim gitti. Benim için hayat buraya kadarmış” diye düşünüyordum.
“Aynı gün içinde önce dibe vurdum, sonra tavana”
Dışarı çıkıp sizi bekleyenleri görünce ne oldu?
Önce ailemle kucaklaştım. Gördüm ki gazeteden de birçok arkadaş gelmiş. Onlara sarılınca sanki yaşadıklarım çok gerilerde kaldı. Fakat sonra basını görünce rahatsız oldum. Konuşmamak için apar topar arabaya binip gittim.
Eve gider gitmez ne yaptınız?
Arabaya biner binmez Mehmet Ali Birand aradı, “Seni hemen yayına almak zorundayım” dedi. “Pislik içindeyim, yıkanmak istiyorum” dedim ama ısrar etti. Eve gittim; ailem, arkadaşlarım bekliyordu beni. Duş aldım, alelacele giyindim. Hatta takım giyindim zannederken alta kahverengi üste siyah giyip gelmişim Kanal D’ye. Eve döndüğümde gece 2’ye kadar arkadaşlarımla, ailemle oturduk. O bana doping etkisi yaptı. Aynı gün içinde önce dibe vurdum, sonra da tavana.
Çocuklarınız nasıl geçirmiş bu süreci?
Arama yapılırken büyük oğlum Eren evdeydi zaten. Küçük oğlum okula gitmişti, çıkışta bir arkadaşı söylemiş. Ergenekon’u duyunca kötü olmuş, iki gece uyumamış.
Ya anne-babanız?
Onlara telefon etmek istedim, polisler önce kabul etmedi. Dedim ki benim sesimi duymaları lazım, yaşlı insanlar. Aradım, anneme “Beni herhalde götürecekler, merak etme” dedim. Babam duyunca üç saat konuşmamış. Sürekli ağlıyorlar zaten.
“Gençken güzelliğimden söz edilince kızardım”
Nasıl bir çocukluktu sizinki?
Babam devlette çalışıyordu ve görevi nedeniyle sürekli şehir değiştirdik. İlkokulu Kayseri ve Adapazarı’nda, ortaokulu Kastamonu ve Ankara’da, liseyi Ankara ve İstanbul’da okudum.
Nasıl bir etki bıraktı sizde bu taşınmalar?
Mücadeleci ruhum herhalde oradan geliyor. Gittiğiniz her yerde kendinizi tanıtmanız, benzerlerin içinde sivrilmeniz lazım. Ben başarıyı seven bir insanım, derslerimde hep çok iyiydim. Hiç zorlanmadım, hiç yalnız kaldığımı hissetmedim.
Hem çok başarılı bir öğrenci hem çok güzel bir genç kız...
Güzel değildim gençliğimde, kendimi hiç beğenmezdim.
Ama sizin Boğaziçi Üniversitesi’nin en güzel kızı olduğunuz söyleniyor.
Ben öyle hissetmiyordum. Benim için hep aklım ve yaptığım şey fiziğimden önde geldi. Kızardım güzelliğimden söz edilince. Nişantaşı Kız Lisesi’ni birincilikle bitirdim, törende annemin yanındaki bir kadın “Pek de hoş kızmış” demiş. Annem de sevinmiş. Çok kızdığımı hatırlıyorum.
Bu kadar parlak bir öğrenci olarak hayalinizdeki meslek neydi?
Ortaokuldayken Ankara’da bir resim yapmıştım, öğretmen de çok beğenmişti ve bir yarışmaya yollamıştı. Sonra liseye başladım ve bu yarışmayı unuttum. Bir gün müdür çağırdı, “Sen bir yarışmaya girmişsin” dedi. Aklıma güzellik yarışmaları geldi nedense, “Yemin ederim girmedim” dedim. “Girmişsin, şimdi gazeteciler gelecek seninle röportaj yapacaklar.” Nasıl panikledim anlatamam. Meğerse o resmim UNICEF’in dünya çocukları arasındaki yarışmasında birinci olmuş. O zaman Ecevit başbakandı, onun elinden ödül almıştım. O zamanlar resmim iyi, matematiğim kuvvetli diye hayalim mimar olmaktı.
Neden olmadınız?
Lise sondayken çok yakın bir arkadaşım dedi ki “Boğaziçi diye bir üniversite varmış, gidip görelim”. Gittik ve bayıldık. Ama mimarlık bölümü yok. Ne yapalım, ilk sıraya Boğaziçi Mühendislik yazdım. Üniversite sınavında 119’uncu oldum ve ilk tercihime girdim. Matematik eğitimi çok yoğun olduğu için de elektrik mühendisliğini seçtim.
Aslında aklımda hep bilgisayarla ilgili işler vardı. Dijital dünyanın içinde olmak istiyordum. Ama henüz bilgisayar mühendisliği bölümü açılmamıştı.
Uzun zaman bilgisayar sektöründe çalıştınız. Basına nasıl girdiniz?
NCR’daki son dört senemde yurtdışında çalıştım, 24 ülke gezdim. Küçük oğlum 1 yaşındaydı bu göreve geldiğimde, onu bırakıp pazartesi sabahı gidip cuma akşamı dönüyordum.
Aklınız kalmıyor muydu?
Kalıyordu elbette. Ama öyle bir misyon üstlendim ki çok keyifli geldi, üç-dört sene çok motive etti beni. Sonra bana İngiltere’de yaşamayı zorunlu kılan bir görev verildi, ben de ayrıldım ve Bilkom’a genel müdür oldum. Altı sene de orada çalıştım. 2000’de Koç’a satıldı şirket, krizle yüz yüze geldik. Mutlu olamadım, o beni çok yıprattı. Ayrılır ayrılmaz Zafer Mutlu Vakfı Kemer Kolej’de eğitmenlik teklif etti, yarı zamanlı olarak ona başladım. Aynı anda CNBC-e’den Cem Aydın’ın teklifiyle “Bilgi Vizyon” programını yapmaya başladım. İki sene devam etti program, 102 bölüm yaptık. O sırada Hanzade Doğan’la tanıştım ve Milliyet’e geldim.
“Eşimle dans sayesinde tanıştık”
Siz işkolik misiniz?
Evet. İşim çok önemli.
Hayatınızı nasıl programlıyorsunuz?
Bence biraz az uyursan her şey olur. Sabah 6.15’te küçük oğlum Kerem’le kalkıp ona kahvaltısını hazırlarım. 7’ye 10 kala onu geçirir, 8’e kadar spor yaparım. Haftanın altı günü böyle, pazar günleri mutlaka arkadaşlarımla ormanda yürürüz. Salı ve cumartesileri de pilates yapıyorum. Yılda iki kere de Karadeniz’e, St. Paul yoluna yürüyüşe gidiyoruz.
Çok güzel dans ettiğinizi duydum.
Dans etmeyi çok severim. Lisedeyken ritmik jimnastik yapıyordum, sonra yedi sene folklor oynadım. Eşimle de dans sayesinde tanıştık.
Nasıl?
Dağda kayak tatilinde beni dansa kaldırdı, ondan sonra da hiç oturmadık! 20 yaşındaydım. Çok iyi dans ediyor diye bitti iş! Sonra birlikte dersler aldık, dansa kalktığımızda herkes bizi seyreder. Üniversitedeyken müzik kulübünde şarkı da söylerdik. Ben bıraktım, eşim Avrupa Korosu’nda devam ediyor.