26.03.2006 - 00:00 | Son Güncellenme:
yural@milliyet.com.tr * * *Burhan Felek, benim Milliyet gazetesine başladığım ilk yıllarda tanıdığım en yaşlı gazeteciydi. Oldukça ciddi ve güler yüzlü bir insandı. Ne ilginçtir ki, ilk yayıncılık deneyimimde, onun yazdığı "Nasrettin Hoca" kitabının editörlüğünü yapmak da bana düştü. Yaşından mı, yoksa büyük insanlara özgü duruşundan mı, bilemiyorum, biraz çekinirdik ondan. Beşinci kattaki odasına da zaten haftada bir-iki gün gelir giderdi. Bir gün, kitabın redaksiyonunu yaparken koşarak yayın yönetmenimiz Tarık Dursun K.'nın odasına girdim ve 31. sayfadaki fıkrayı açtım. "Sizce burada ne yapmalıyım?" diye sordum. Tarık Abi, verdiğim daktiloyla yazılmış sayfayı aldı ve öyle bir gülme krizine girdi ki, gözlerinden yaşlar geliyordu. Neden sonra durdu, "Doktor (neden bilmem, bana böyle derdi), aynen yayınla. Babamız böyle uygun görmüş," dedi. Ben de aynen yayınlıyorum: Dünkü yazımda, yetişkinlerin unuttuğu, çocukların ve gençlerin yeterince tanımadıkları edebiyat, düşünce, sanat, müzik alanlarında ürünler vermiş renkli kişileri; ilginç öyküleri ve fıkralarıyla yeniden anlatmak, tanıtmak istedim. Kimi zaman bir yergide, kimi zaman bir nüktede, kimi zaman da bir fıkrada karşımıza çıkan bu güzel insanları bu yazımla anıyorum. Nasrettin Hoca, trenle (!) bir yere giderken fena halde def-i hacet ihtiyacını hissetmiş. Doğruca bindiği trenin ikinci mevki helasına gitmiş ki, beş kişi sıra bekliyor. Ne yapsın? Aklına gelmiş, birinci mevki helasına gitmek istemiş. Tren idaresi de böyle hallerde kaçamak yapan yolcuları yakalamak için birinci sınıf helanın önüne bir kondüktör koymuş. Gelen yolcuya, "Mevkiiniz?" diye sorarmış. Hoca'yı da telaşla gelirken görünce memur sormuş: "Hoca Efendi! Mevkiiniz?" Hoca ciddiyetle, bir taraftan cüppesini toplarken, bir taraftan da, "Mevkiim müşkül evladım, müşkül!" demiş.Size, ondan, az duyduğumuz bir Nasrettin Hoca fıkrası daha aktarıyorum: Mevkiim Müşkül Hoca'ya sormuşlar:"Hoca, senin burcun ne?""Teke...""Canım, hiç teke burcu olur mu?""Neden olmasın? Ben küçükken anam, 'Sen oğlak burcundansın,' demişti. Oğlak da teke olmuştur!"* * *Yahya Kemal ünlü şairlerimizden biridir. Onunla ilgili bilgiler okul kitaplarıyla sınırlıdır. Onun şişmanlığı, yemeğe düşkünlüğü, milletvekilliği, büyükelçiliği hiç anlatılmaz. İşte, onun dalgınlığı ve oburluğuyla ilgili iki yaşanmış fıkra: Teke Burcu Birçok ünlüde görüldüğü gibi, zaman zaman Yahya Kemal'de de bir dalgınlık görünür. Bir gün Ruşen Eşref'le gittiği Lozan Palas'ta küçük bir Fransız çocuğuna rastlamış. "Ben bu yavruyu tanıyorum," diye yanağını okşamış. "Bizim Faruk Nafiz'in oğlu." Ruşen Eşref, gülümseyerek karşı çıkmış: "İyi ama, Faruk Nafiz evli değil ki!"Yahya Kemal başını sallamış: "Allah Allah, ne kadar da benziyor! Belki de torunudur!" Dalgınlık Bir öğle üstü, Yahya Kemal ünlü Abdullah Efendi Lokantası'nda. Eline yemek listesini almış okuyor: "Tatar böreği, iç pilav, zeytinyağlı enginar, kuzu fırın, yoğurtlu kebap, badem tatlısı, kaymaklı baklava."Ağzını şapırdatarak sofra arkadaşlarına dönüyor: "İşte, okumaya doyamadığım en leziz eser!"* * *Yazarlarımız arasında en renkli, neşeli, eğlenceli, alaycı, dışadönük, nükte ve yergisi eksik olmayan biri de Ahmet Rasim'dir. Onunla ilgili yazılacak çok şey vardır. Ama bence, onu en iyi anlatan fıkrası bu olsa gerek: En Leziz Eser Kadıköy vapurundan çıkarken, adamın biri Ahmet Rasim'e çok kaba bir biçimde çarpıp omzunu incitmiş. Bu da yetmezmiş gibi ardından, "Sersem!" diye bağırmış. Ahmet Rasim, nerden tanıdığını hatırlamak ister gibi adama dikkatle bakarak, "Ne dediniz?" diye sormuş. Adam tekrarlamış: "Sersem!"Ahmet Rasim çok soğukkanlı elini uzatarak, "Tanıştığıma çok memnun oldum. Ben de Ahmet Rasim," demiş. * * *Güzel konuşanlara, "Ağzından bal akıyor," denilir. Güzel yazanlara da, "Kaleminden kan damlıyor". Kardeşim Sulhi Dölek, Yusuf Ziya için, "Onun kaleminden hem kan, hem de bal damlardı," derdi. Yusuf Ziya'nın gözünden, bugünkünü biraz anımsattığı için, onun dönemindeki yayıncıları anlatan telif ücretleri üzerine bir fıkrasını aktarıyorum: Memnun Oldum Günlerden bir gün Yusuf Ziya Malûmat Kitabevi'nin iki efendi sahibinin hiç okuma-yazma bilmediklerini öğrenir. Bu iki kişi, yazarların getirdikleri romanları akşam dükkân kapandıktan sonra yanlarında çalışan Sudi adlı bir çocuğa okuturlarmış. Eğer dinlerken ağlarlarsa hemen kabul edip basarlarmış kitabı. Telif ücreti ise, Yusuf Ziya Ortaç'ın anlattığına göre, dökülen gözyaşlarına göre hesaplanırmış. Ölçü