11.06.2006 - 00:00 | Son Güncellenme:
Sadun Aren 84 yılın anılarını yazdı can.dundar@e-kolay.net Bastonuna dayanarak kürsüye geldi ve yıllarca ders verdiği öğrencilerine bu kez moral verdi.Enerjisiyle, söylemiyle 84 yaşında gibi değil, devrime her zamankinden ve salondaki herkesten daha çok inanan bir ihtilalci gibiydi.Son altı ay içinde karşılaştığımız her mekanda nasıl saygı gördüğüne tanık oldum.Geçen ay dostu Vecihi Timuroğlu'nun 80'inci doğum günü kutlamasındaydı.Ondan önce DİSK'in solda yeni arayışlar toplantısında...Çıkışta anılarını sordum, "Bitiyor, çıkmak üzere" dedi."Puslu Camın Arkasından" başlıklı anıları nihayet İmge Yayınevi'nden bu hafta çıkıyor.Bir gecede okuduğum kitaptan, ömür boyu peşini bırakmayacak polis takibatının bir baba mirası olduğunu öğrendim ilkin... Annesinin Mevlevi tarikatına mensup olduğunu, çocukken Kuran öğrensin diye mahalle mektebine gönderildiğini de...Çekoslovakya'nın işgalini hâlâ "Bir ülkenin karşı kampa kaymasını önlemek için gerekli bir adım" olarak savunuyor Aren... Aybar'ın "Türkiye sosyalizmi", "güleryüzlü sosyalizm" arayışlarını eleştiriyor. Sovyetler'in çöküşünden sonra Aybar'a iadei itibar çabalarını da... "Sovyetler çöktü, ama sosyalizm özlemi sönmedi" diyor.84'lük devrimcinin renkli anılarından altını çizdiğim satırları sizlerle paylaşmak istedim. Geçen ay Mülkiye'nin ödül töreninde Sadun Aren'in elinden "Onur Ödülü" aldım. BEHİCE BORAN çok zeki bir insandı. Hafife alamazdınız. Vazifeşinas ve gerçekten inançlıydı, ama politikacıydı da... (...) Arkadaşlığımız iş arkadaşlığı çerçevesindeydi. Fakat bir gün, galiba uyanık olmadığı bir sırada bana 'Amerika'dan gelirken bir dans elbisesi getirdim ama bir kere giyebildim' demişti. Herhalde boş bulundu, yoksa özel hayatından bana hiç bahsetmezdi.AZİZ NESİN çok cimri olarak tanınırdı, ama 12 Eylül döneminde TİP'in çıkardığı 'sosyal adalet' dergisine 10 bin lira göndermişti. O zaman bir milletvekilinin maaşı 3 bin liraydı. (...) Daha sonra 'Onbinler gazetesi' çıkarma girişiminde de Ankara'daki evini gazeteye hasretti, tüm elektrik vs. giderlerini karşıladı. O iş için defalarca İstanbul'dan geldi gitti, masraf etti. Aziz Nesin cimri değildi, sadece israfı sevmezdi."HAYRETTİN KARACA ile Haydarpaşa Lisesi'nde aynı sınıftaydık. Karaca firmasının ilk zamanlarıydı. Orduya eldiven, çorap vs. yapıyorlardı. Hayrettin'e yakınlık duymamın sebeplerinden birisi kekeme oluşuydu. Ben de kekemeydim. Çocuklar ona 'kek' derdi, kavga filan olursa onun yanında yer alırdım. (...) Ben DİSK'teyken onun fabrikasında büyük bir grev oldu. O zaman da aramıza biraz soğukluk girer gibi oldu. Tabii çok canım sıkıldı, ama aramızda bir kopma olmadı". Siyasetten portreler 12 Eylül'de Ordu Dil Okulu'nda birlikteydik. O sıralar TV'ye hep 5 general çıkıyordu. Türkeş bunlara hiç tahammül edemiyor, ya çekip gidiyor ya da bakmayıp arkadaşlarıyla konuşuyordu. Bir keresinde 'Atatürk milliyetçiliği' gibi bir laf ettiklerinde çok kızmıştı. Alparslan beyle bir-iki defa konuştuk. Anayasa oya sunulacakken bana 'Ben arkadaşlarıma haber gönderiyorum, siz de gönderin, hayır desinler' dedi. MUAMMER AKSOY çok renkli, çok enteresan bir arkadaşımızdı. Çok parlak bir zekası ve çok iyi bir kalbi vardı. 12 Mart darbesinde o da tutuklanıp Mamak'a getirilmişti. Eski ve yeni eşleri ziyaretine gelirdi. Özellikle boşandığı ilk eşinden, diyelim Ulus gazetesinin 10 sene evvelki filanca tarihli baskısını isterdi. Nasıl bulunur diye düşünmezdi. Vejetaryendi. Onun için hep dışarıdan yemek getirtirdi. Üç kere evlendi. İlk eşi bir balerin, ikincisi bir avukattı. Üçüncü evlendiği kızın babasıyla yaşıt, belki de daha büyüktü."ÇETİN ALTAN bazılarının düşüncelerinin aksine gayet müeddep bir insandır. Terbiyelidir, saygılıdır ve bir iş ahlakı vardır. Mesela idare ettiği parti kongrelerinde hiç sigara içmemiştir. Yazılarını akşamları yazar, muntazaman Meclis'e gelirdi. Partiye girmesi bir kazanç olmuştur. Yalnız içki içtiği zaman ipin ucunu biraz kaçırırdı. O hallerine de pek az rastladım." ALPARSLAN TÜRKEŞ'le 12 Eylül'de Ordu Dil Okulu'nda beraberdik. Her konuda konuşabilen entelektüel bir adamdı. İstanbul'da tutuklanmış. Gayrettepe'de hücreye koymuşlar. Orada çok eza cefa yapılmış. Oradan Mamak'a getirmişler. Türkeş'le arası biraz açıktı. Bir konuşmamızda bana "Ben eskiden 'Önce devlet sonra demokrasi' derdim, şimdi 'Evvela demokrasi, sonra devlet' diyorum" demişti. Aslında faşist değil mutasavvıf olduğunu da söylemişti. Hakikaten son derece efendi bir insandı. Daha sonra Kültür Bakanı oldu. Aziz Nesin ile ziyaretine gittik, öpüştük. Öyle tanımazlıktan filan gelmedi". NAMIK KEMAL ZEYBEK ile "Mehmet Ali Aybar TİP'e tam egemendi. (...) Başkalarıyla kendi arasına bir fark koyabilmek için teoride bazı değişiklikler yapılabileceğini düşünmeye başladı. Bu da kendini en çok 'Türkiye sosyalizmi' deyiminde gösterdi. 'Türkiye sosyalizmi' dünya sosyalizminde ne türlü bir değişiklik yapacak? O yok. 'Güleryüzlü sosyalizm' de manalı bir şey değildi. Diğer sosyalistler asık suratlı bir sosyalizm düşünmüyorlar ki... (...) O kadar literatürü bilen adam yanlış şeyler söylüyordu. Acaba o dönemde ruhsal bir bunalım mı geçirdi? Bir bunalım içinde başka arayışlara mı yöneldi? Kendimi Marksizmin zincirlerinden kurtarayım, teorik ve pratik bir şeyler yapayım mı dedi?Bir gün konuyu kendisine anlattım. 'Böyle şeyler söylüyorsunuz, bunlar gençler, partililer arasında iyi karşılanmıyor. Parti büyük sallantı içine girmek üzere. Şu söylemden vazgeçin' dedim. Aybar 'İkna olmadım' dedi. 'O halde sizinle mücadele edeceğiz' dedim." Aybar ruhsal bunalım mı geçirdi? "Bir gün Meclis'te Çetin Altan 'Nazım, Türkiye'nin en büyük şairidir' deyince büyük kıyamet koptu. (...) Gece geç vakit AP'liler bizim tarafa doğru hücuma geçtiler. Bir ara Çetin'in yerde tekmelendiğini gördüm. Birisi Nebioğlu'nu arka üstü yatırmış, gırtlağına yapışmıştı. Birisi de benim gözüme bir yumruk attı. Ama yumruktan çok orta parmağını mahmuz gibi ileri çıkartarak gözüme vurdu. O kadar çok acıdı ki öylece kaldım. O olayda en çok Çetin Altan zarar gördü zannedilir ama asıl ben zarar gördüm. Ama zarar verdiklerini anlamasınlar diye söylemedim. Gözüm müthiş ağrıyor, burnumdan kan gibi, cerahat gibi bir şey geliyordu. Ertesi gün doktora gittim. Meğer bende sinüzit varmış, gözüme yediğim darbe sinüsün yolunu açmış. Ben de bu sayede sinüzitten kurtuldum." Meclis'teki dayak sayesinde sinüzitten kurtuldum "12 Eylül'de 1. şubede 10 gün kadar kaldım. Bir gece beni uykudan kaldırdılar. Çok saldırgan tavırlı bir polis vardı, o gece o nöbetçiydi. Gittiğim yerde gözleri bağlı, işkence gördüğü anlaşılan insanlar vardı. Bazı sağcılar da vardı ama onlar o polisin olduğu nöbetlerde kendilerini daha özgür hissediyorlardı. O sağcı tutuklulardan 2-3 kişiye beni göstererek 'Yatırın bunu' dedi. Yatırdılar. Birisi ayaklarımı tuttu, diğeri de falaka attı. Saydım 12 tane vurdular. (...) Sonra beni tuvaletin önünde, ıslak bir zeminde, ayaklarım şişmesin diye yürüttüler." 1. Şube'de, işkencede "1938'de Eskişehir'de lise 10. sınıftaydım. Atatürk öldü. Arkadaşlarla 'Ne yapalım' diye düşündük. Kahvelerde plaklar, şarkılar çalıyordu. 'Önce bunları susturalım' dedik, kimse itiraz etmedi, yayını kestiler. Sonra sinemalara gidip herkesi dışarıya çıkardık. O zaman gece eğlencesi yalnızca sinemaya gitmekti. Baktım, sinemaya gelenler kendi aralarında 'Öğrenciler sinemaya gitmeyi yasaklamış' diyorlar. Bu, katıldığım ilk toplumsal eylemdi." İlk toplumsal eylem Atatürk için yas "1944'te bize Para-Banka dersi okutan hocamız Namık Zeki Aral'dı. Rahşan Ecevit'in babasıdır. Çok dürüst bir hocamızdı. Fakülte dergisinde 1943 bütçesiyle ilgili bir yazı yazmış ve bütçenin açık verdiğini söylemişti. Onu çekemeyen bazı kişiler bu yazıyı Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'ye söylemişler. İnönü, 'Bu adam ne iş yapar' diye sormuş. Onlar da 'Mülkiye'de hocalık yapıyor' demişler. Bunun üzerine İnönü 'Vay, gençlerimizi böyle adamlar mı yetiştiriyor' demiş. (...) İnönü'nün bu sözleri Namık Zeki beyin kulağına gittiği zaman hemen istifa etti." İnönü, Ecevit'in kayınpederini işinden etti "O sıralar kız kardeşim Nilüfer DTCF'de okuyordu. Munise de aynı fakültede klasik filoloji eğitimi görüyordu. Nilüfer önceden bana ondan biraz bahsetmişti. Bir gün daktilo yazmak bahanesiyle bizim odaya geldiler. Bizi tanıştırdı. Güzel buldum, hoşuma gitti. Sonra bir-iki defa daha buluştuk. (...) Bir süre sonra da nişanlanmaya karar verdik. Babasının Ulus'ta, Dışkapı'ya giderken sağda küçük bir lokantası vardı. Oraya gittim. (...) 'Kızınızı istiyorum' dedim. 'Hangisini' diye sordu. Çünkü bir de ablası vardı. Yerleşik adetlere göre önce büyük kız evlenir fakat babası aydın bir insandı, 'Peki' dedi. Ulus'ta Yeni Sinema vardı, onun girişinde yüzükleri taktık. O zaman 19 liraya aldığım yüzük, 57 yıl sonra bugün hâlâ parmağımdadır." "-Kızınızı istiyorum!" "-Hangisini?"