PazarNüfus mübadelesi

Nüfus mübadelesi

16.11.2008 - 01:00 | Son Güncellenme:

Vecdi Gönül’ün sözleriyle gündeme gelen Türk-Yunan mübadelesinin, büyük devletlerin zorlaması ile gerçekleştiği iddia edilir. Aslında bu zorlamanın muhatabı yeni Türkiye olmuştur. Anlaşılıyor ki Venizelos bu işe daha baştan yatkındı

Nüfus mübadelesi

Mübadelenin etnik yönden homojen bir vatan yarattığı tezi doğrudur ama daha çok Yunanistan açısından doğrudur. 1919’da, barış anlaşmaları sırasında Giritli Başbakan Venizelos’un popülaritesi arttı. Türk imparatorluğunun topraklarını parçalamak için İtilaf Devletleri’nin geniş operasyonlara girişmesi mümkün değildi. Ordular yorgundu. İngiltere savaşa geç giren Yunanistan’ın ordusunu kullanmak niyetindeydi.

Barış için kabul ettik
Yunan ordusu ikiye ayrılmıştı, Venizelosçu cumhuriyetçi subaylar ve General Metaksas gibi Venizelos’a karşı olanlar. Sonraki diktatör Metaksas çok doğru bir kurmay yaklaşımıyla; “Balkan Savaşı’ndaki kazanımlarımız yeterlidir. Küçük Asya bir macera olur” demişti. İzmir’e çıkıldığı gün ise “Bari daha ileri gitmeyiniz” dedi.
Yenilen imparatorluğun ordusunun ne olduğunu ve ne yapabileceğini biliyordu. Endişelerinde haklı çıktı. 3,5 yıl sonra Yunan ordusu perişan çekilirken, Küçük Asya’daki Helenlik de onunla yollara dökülmüştü.
Venizelos’un ömrü boyunca beslediği “Megali İdea”sı feci bir düşüş yaşıyordu, hemen aşırı hayalcilikten aşırı gerçekçiliğe döndü. Lozan’da elinde kalacağını tahmin ettiği Yunanistan, Trakya ve İtalya işgali dışındaki Yunan adalarının Helenliğini sağlamalıydı. Yanya’dan Tırhala ve Yenişehir’den (Larissa), güneyde Mora’daki Yenişehir’den (Nuplia), Batı Trakya’dan, Selanik vilayetinden, Girit ve Midilli’den Türkleri ve Müslümanları çıkararak Küçük Asya’daki Yunanlılarla mübadele etmeyi düşündü.
Doğrusu Yunanistan ile savaştan bezen yeni Türkiye, sulh için bu isteğe kabul gösterdi; ne var ki küçük Yunanistan’dan çıkartılacak 500 bin Türkün karşılığında, geniş Anadolu topraklarından 1,5 milyon Helen unsur Yunanistan’a gelecekti. Sınır boyundaki Batı Trakya Türkleri yerinde bırakılacaktı, buna karşılık da “etabli” deyimiyle ifade edilen 120 bin kadar İstanbul Rumu da Türkiye’de yaşama devam edecekti.

Türkiye’nin avantajı
Lozan Barış Antlaşması henüz yürürlüğe girmekten çok uzaktı. Cumhuriyet de ilan edilmemişti. 30 Ocak 1923’te mübadele ant-laşması imzalandı. Yunanistan ve Türkiye’den dörder üye, Milletler Cemiyeti’nden de üç üye beynelmilel komisyonu oluşturuyordu. Anlaşılan iki ülkenin nüfus mübadelesi işi beynelmilel sorun haline getirilmişti.
Mübadeleyi etnik azınlıklar sorununu ortadan kaldırmak ve bu bölgede barışı sağlamak için büyük devletlerin zorladığı öne sürülür. Aslında bu zorlamanın muhatabı yeni Türkiye olmuştur. Zira Venizelos’un bu işe baştan yatkın olduğu anlaşılmaktadır.

İşsizlik ve intiharlar başladı
İlk anda bütün az örgütlü ülkeler gibi Yunanistan ve Türkiye’de göçmen yerleştirme sorunları kağıt üstündeki gibi parlak olmadı. Aslında daha evvel Talat Paşa, Balkan Savaşı’ndan sonra kısmi bir mübadele yaptırmıştı. Gelen muhacirlerimiz Türkiye’de sıkıntı çekti; Anadolu Helenleri Yunanistan’da perişan oldu. Türkiye bir İskân Bakanlığı kurdu ve İmroz Bozcaada Rumlarını mübadele dışı bıraktı.
Ama Türkiye’nin bir avantajı vardı. Ülke genişti, zirai kaynakları daha gümrahtı ve bürokrasisi Yunanistan’ınkinden tecrübeliydi. En önemli yanı ise gelen Müslümanları kabule hazır bir imparatorluk alışkanlığı vardı. Karşı taraf ise kendi nüfusunun yarısı kadar bir muhacirle karşı karşıya kaldı. Ülke kaynakları bu nüfusu kabule hazır değildi.
Orta Anadolu’nun -bizim bir hatamız olarak mübadeleye tabi tutulan- Karamanlı Rum dediğimiz Hıristiyan Türkmenleri yeni ülkede uzun ve acı bir hayata başladılar.
Pontuslular bile Yunan siyasi edebiyatının aksine, yeni yurtlarında hüsnü kabul görmedi. İşsizlik, intiharlar ve aşırı siyasal partilere yönelmeler görüldü. Yunanistan ancak II. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa ile bütünleşince bu sorunlarla baş edebildi.
Sonunda Yunanistan kuzeydeki Slavlar, II. Cihan Harbi’nde işbirlikçi olarak dışarı itelediği Epir yani Yanya bölgesi Arnavutları, bazı Vlahlar ve Batı Trakya Türkleri dışında mübadele ile monolit yani tek sütun bir ülke kurmuş sayılabilir.
Türkiye’nin 1915’teki Ermeni tehciri Doğu Anadolu’da böyle bir yapı kurmuş sayılamaz. Amacın o olmadığı, askeri yönden cephenin gerisini sağlama almak olduğu anlaşılıyor. Tehcir için bastıranlar aşırı Türk milliyetçileri değil, Alman genelkurmayıdır.
Mübadelede Ege, Marmara ve Trakya bölgesi Türkleşmiştir ama bu arada Orta Anadolu’nun Türk Hıristiyanlarının gönderilmesinin hem o zamanki iktisadi hayat hem de geleceğin laik Türkiyesi için büyük kayıptır. Bunlar Yunanca bilmezdi. İncilleri dahi Yunan harfleriyle Türkçe basılmıştır.

Ekonomiyi olumsuz etkiledi
Tarihte sürgünler daima ülkelerin iktisadi kaybına neden olmuştur. En feci örnek; İspanya’nın 1492’den sonra Yahudi ve Müslüman Arap tebaasını atarak üretim düşüklüğü, yoksulluk ve ardından Amerika’dan gelen gümüş akımıyla ilk büyük enflasyonu yaşamasıdır.
Mübadele ile Balkanlar’dan itilen nüfus o ülkelerde tütün ziraatinin ve başka dalların düşmesine, buradan gidenler de benzer kıtlık ve çöküntüye neden olmuştur. Ama 1949’daki Hindistan’ın parçalanması sırasındaki feci Müslüman-Hindu nüfus değişiminin yarattığı katliamlar Türk-Yunan mübadelesinde görülmemiştir.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra Bulgaristan ve Yugoslavya’dan gelen 200 bin muhacir ve 1980’lerde Todor Jivkov’un itelediği 300 bin Türk ilk anda ülkemizde sıkıntılar yaratmışsa da, kısa zamanda Türkiye’de refaha, zanaatlerin ve endüstrinin gelişmesine yardımcı olmuştur. Bulgaristan’da ise onların yokluğu aksi sonuçlar doğurmuştur.
Türk-Yunan mübadelesi dört yıllık bir dönemde gerçekleşti; ilk ismi konan beynelmilel bir antlaşmadır. 16’ncı asırda Augsburg sözleşmesi ile “Cuius regio-Eius religio” yani “kimin idaresiyse onun dini” düsturunca Katolik Fransa ve Protestan Alman devletleri arasındaki 150 yıl kadar süren karşılıklı göçmen akımı, iki ülkede olumsuzluklar kadar olumlu değişiklikler de yaratmıştı.

Adil yorumlar yapılmalı
II. Cihan Harbi’nden sonra Nazi Almanya’nın işgalcileriyle işbirliği yapan Almanlar Polonya ve Çekya’dan atıldılar. Yarattığı iktisadi sıkıntılar çabuk halledildi. Hatta ilk anda Almanya’da parlamentoda grup kuran “Sürgünler ve Göçmenler Partisi” bir zaman sonra kendini feshetti.
Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül‘ün konuşmasını tam metin halinde hiç görmedik. Yanlış anlaşıldığını beyan etti. Fakat bazı yazarların “Hrant Dink’in katili budur” suçlamasını çok aşırı bir itham olarak görüyoruz. Bunlar hassas noktalardır. İki taraf da dikkatli bir üslup ve adil yorumla ele almalı.
Türkiye tarihte geç fethedilen ülkelerden biridir. Türkleşme süreci soğukkanlı ilmi araştırmalara konu olamamıştır. 18’inci asırdan beri imparatorluğun kaybedilen vilayetlerinden göçmen kitleleri anayurda akmıştır. Tespit ve değerlendirmeler, özellikle I. Dünya Savaşı’ndan sonra dünyada görülen bu ülkelerle birlikte ele alınmalıdır.


Türkiye’nin sinagogları

Türkiye’nin sinagogları Yahudi dininin ibadet yerlerini düzenleme kuralları dışında büyük ölçüde mahalli unsurlardan, yapı zevkinden ve yerel ustaların tasarımından esinlenmiştir


Türkiye, Yahudilik tarihinde önemli yeri olan bir ülkedir ve Türkiye Yahudiliği iki tarihi kısımda ele alınmalıdır. İlki eski Filistin’den Akdeniz çevresine yaşam ve kazanç için yerleşenler; Büyük İskender’in fetihleri hiç şüphe yok ki Yunanistan’dan İran’a, Karadeniz kıyılarından İskender’in kurduğu İskenderiye’ye kadar Yahudi nüfusunu da çekmişti. İskenderiye’de Yunanca ve yerli dil Koptçanın yanında İbranca ve Aramca da konuşulan dillerdendi. Tevrat da bu dönemde General Putolemaos’un emriyle Yunancaya çevrilmişti.
Anadolu topraklarına bu dönemde ulaşan ikinci Yahudi göçü dalgası MS 70’lerde Kudüs’teki mabedin yakılması ve Yahudilerin Filistin’den sürgünüyle Akdeniz çevresine dağılmalarının sonucudur. Bizim ülkemizde bugünkü Manisa’da bulunan Sard şehrinde en eski sinagoglardan birine rastlanır; Helenistik-Roma devir eseridir, temelleri daha eskidir.

Sanat tarihimiz bilinmeli
Eski çağın hemen hemen her önemli merkezinde birer sinagog kalıntısı bulunmuştur ve bulunacaktır. Miletos amfitiyatrosunu gezenler taş sıralardan birinin üzerinde İudeon-Simeon isminin kazındığını görürler. Yahudi Simeon tiyatroda abonmanla yer satın almış olmalıdır.
Ama hiç şüphesiz Türk imparatorluğunun Yahudi kavminin bir sığınma noktası haline getiren, Endülüs’ün yıkılması ve Granada’nın Kastilya Krallığı tarafından ele geçirilmesi ve Engizisyon mahkemelerinin zulmünün artmasıyla bu halkın İspanya’dan çıkıp İtalya üzerinden buraya gelmesi olmuştur.
Osmanlı Türkiye’sinde İspanyolcanın Kastilya lehçesini konuşan cemaatler Bosna’dan başlayarak bütün Balkanlar’a ve tabii İstanbul, İzmir’e, hatta İç Anadolu kentlerine yerleştiler.
Tarihçi garip bulgularla karşılaşır. Mesela 16’ncı asırda Ankara’da zeytinyağı satılıyor, hem de önemli miktarda getiriliyor ki narh konmuş, yani şehrin kadısı belirli bir fiyat belirlemiş. Bu Ankaralıların zeytinyağlı yemek yapmaları kadar, asıl kentteki Yahudi nüfusun koşer kurallarını (yani etli ile sütlüyü karıştırmama), tereyağını yemekte kullanma yasağını zeytinyağı ile delmelerinden ileri gelir.
Türkiye’nin sinagogları Yahudi dininin ibadet yerlerini düzenleme kuralları dışında büyük ölçüde mahalli unsurlardan, yapı zevkinden ve yerel ustaların tasarımından esinlenmiştir.
Naim Güleryüz ve İzzet Keribar’ın kitabı çok öğretici
Sinagoglar üzerine yazı yazacak kişilerin Türkiye sanat tarihini de bilmeleri gerekir. Joel A. Zack’ın kaleme aldığı “Türkiye’nin Tarihi Sinagogları” kataloğu ve Topkapı Sarayı Has Ahırlar’da geçen ay sergilenen eserler daha çok resimlere dayanıyordu. MÖ 3’üncü yıl yani Roma devrine ait Sardis sinagogu ile başlayarak, 1907 tarihli Ankara sinagogu arasındaki uzun akış, fotoğraflarla tasvir edilmeye çalışıldı.
“Türkiye Sinagogları” adlı iki ciltlik eserde İzzet Keribar’ın fotoğrafları, Naim Güleryüz’ün kaleme aldığı metinle birlikte hayli öğreticidir. Trakya’dan başlayarak Anadolu’ya geçiliyor ve Osmanlı Türkiye’sinde inşa edilen, bilinen sinagogların hemen tümü tanıtılıyor.
Devran değişti. Bir vakitler 200 bin nüfusla ifade edilen Türkiye Museviliği, bugün İstanbul ve İzmir’de çoğunluğu yaşayan 25 bin kişiden ibarettir. Büyük çoğunluk İsrail’e göç etmiştir, başka ülkelerde de vardır. Türkiye sinagogları dünyanın neresinde olursa olsun Türk dilini muhafaza eden ülkemiz Yahudilerinin anılarında yaşıyordu. Şimdi ise birçoğu terk edilen ve kullanılmadığı için kapatılan veya elden çıkan bu sinagogları Güleryüz ile Keribar’ın eserinde görüyoruz.
Naim Güleryüz, İstanbul Karaköy’deki artık cemaati yani kahali kalmayan Zülfaris sinagogunda Türk Yahudi Müzesi’ni kuranlardandır. Burada Türkiye Yahudilerinin elinde kalan bazı eser ve vesika var.
Türkiye’deki sinagogların bazılarında eser kalmadı. Mesela Balat’taki Selanik sinagogu gibi... Bazılarının çehresi tamiratla değişti. Dolayısıyla durumun belgelenmesi eski görünümleri ifade eden gravürlerin ortaya çıkarılması gerekiyor.
Türkiye Yahudilerinin ulusal mirası hepimizin mirasıdır. Klasik çağ Yahudiliği anlaşılmak için arkeolojik kazıları bekliyor; toprak üstündeki Osmanlı-Türk Yahudilik mirası ise ilgi, araştırma ve bu gibi yayınları...

Yazarlar