27.08.2006 - 00:00 | Son Güncellenme:
axpaz021.jpg Tam 10 yıldır cezaevlerinde devam eden ölüm oruçları karşısındaki kolektif suskunluğu kırmak için yeni bir yas dili öneren Temelkuran, kitabında "memleketin bu en günahlı hikayesi"ni aynı dil üzerinden birbirimize anlatmamız gerektiğine değiniyor sık sık. Bunu yaparken kimseyi suçlamıyor, yeterince ağır ve ağrılı olan konuyu objektif ve çözümcül bir damarda sessizce yürütüp hem gazeteciliğin hem de edebiyatın hakkını veriyor.Ve ekliyor: "Bir kere ama topluca ağlayalım, bitsin!" Ece Temelkuran'ın F tipi cezaevlerini, açlık grevlerini ve ölüm oruçlarını yazdığı "Ne Anlatayım Ben Sana!" kitabevlerindeki yerini aldı. Başına, ölüme yatan çocuklarını geri isteyen annelerin kırmızı kurdelesini takan kitap, ilk dört günde dört baskı yaptı. 1996'da yazdığım "Oğlum Kızım Devletim"in yeni baskısının önsözünü yazmak için Ankara'ya gittim. 10 yıl önceki tutuklu anneleriyle görüşmek istedim. Galiba insanın içinde vicdan azabı oluyor ve o sana sen istemesen de yapacağını yaptırıyor. Venezüella ile ilgili kitabınızdan sonra başka projelerden söz etmiştiniz. İçlerinde "Ne Anlatayım Ben Sana!" yoktu. Nasıl öne geçti bu kitap? Adını da o zaman koydum zaten. Ankara'ya gittiğimde anneler benimle konuşmadı. Onlar benimle konuşmayınca tuhaf bir suçluluk duygusu duydum. Bu ölüm oruçları meselesine, Hayata Dönüş Operasyonu öncesinde ve sonrasında doğru dürüst bakmadığımı, kafamda kestirip attığımı düşündüm. Hayata Dönüş Operasyonu'ndan sonra milli bir sansür başladı. Ardından ilgilenmeme dönemi geldi. Bu ilgilenmeyişi kafamızda şu şekilde meşrulaştırdık galiba, hiç değilse ben öyle yaptım: Ölüm orucunu onaylamıyorum ben, bu eylem biçimi yanlış! Fakat giderek bu hal bir onay merciinin durumu tasdik edişine benzedi. İktidarın suskunluğuyla bizim suskunluğumuz arasındaki fark ortadan kalktı. Bu kitabı biraz da onun için yazdım zaten. Neyin vicdan azabı? Ülkenin "çaresizlik" gibi gözüken meseleleri o kadar yordu ki bizi... Artık bu meseleyi küçük bir gruba ait bir sorun olarak düşünmek istiyoruz. Öte yandan, bir tarafın duyarsızlıkla itham edilmesi, diğer tarafın da "İnat ediyorsunuz" diye ölüm orucu yapanlara kızması, bütün hikayeyi anlaşılmaz ve anlatılmaz kılıyor. Benim derdim bunun anlatılabilir bir hale gelmesi. Sözünü ettiğiniz, konuyla ilgilenmeme dönemi nasıl başladı? "Yeni bir dil öneriyorum" Bu garantili bir yoldur, yüzde 100 sonuç verir demiyorum; hiç değilse deneyelim. Anlatalım bu hikayeleri ama duyulmayacağımıza dair hıncımızı bileylemeden ya da kabul edilmeyeceğimiz korkusuyla hikayelerimizi eksiltmeden! Ve bakalım adresine varıyor mu? Ben yeni bir dil öneriyorum aslında. Bütün yaraları çözecek bir yas dili. Çünkü o kadar çok tutulmamış yasımız var ki.. Kaçma refleksi yerine bunları anlatmak gibi bir model öneriyorsunuz yani... Tabii; gene mi yas, gene mi acı, gene mi kötü şeylerden bahsedeceğiz diyecekler. Ama gerçek bir yetişkin gibi davranırsak bu yasın içinden efendi bir şekilde, aklımızla çıkabiliriz. Gene mi yas diye sormazlar mı? Ben yeni dil icat edelim, yeni sözcükler bulalım diyorum ama bunun yanı sıra bu dil zaten var Anadolu'da. Kadınların, annelerin dili. Kitapta var oluş alanını mutfaktan sokağa taşıyan kadınları görüyoruz. Bir yanıyla çok umut veriyor bu kadınlar... Birincisi, çok ciddi yasal engeller var. İkincisi de, toplumsal geleneksel engeller... Şunu da unutmamak lazım. 1980'de kimse ortada yokken bu kadınlar çıkıp İHD'yi kurdular. Hiç kurumsallaşmadılar değil. Ama insan bekliyor ki bu annelerin kendi dilleriyle, kendilerine has yöntemleriyle kendi politikalarını ürettikleri, bütün erkek muktedirlerden de azade oldukları bir yerleri olsun. Peki kaderine yön verecek kudretteki o kadınlar niye kurumsallaşmıyor? Onu ben Veli'nin annesine sormuştum, Kezban teyzeye. O da çok güzel bir cevap vermişti: "Yalan gelir bana şimdi bağırmak Veli yanımdayken." Hakiki bir ihtiyaç gerekiyor belki. Bütün örgütlenmeler böyle, gerçek bir ihtiyaç olmadan biraz yalan oluyor. Hareketin içine giren kadınlar, çocuklarını geri aldıktan sonra mutfaklarına geri dönüyor ama... "22 yaşımla hesaplaştım" Gerçek o Gökçe, öyle biri var. Kitapta baştan sona bütün hikaye, 22 yaşında gazeteci olmak isteyen bir genç kıza, Gökçe'ye anlatılıyor. Aynen öyle. Şimdi yazdığım eski kitaba bakınca biraz da Cumhuriyet gazetesinde çalışmanın etkisiyle fazla didaktik, o yaşa göre fazla iddialı, gereksiz argümanlarla dolu yerler gördüm. Gökçe de 22 yaşında, tam benim kitabı yazarkenki yaşımda. Bu yüzden o nasıl görüyor, hep buna baktım. 33 yaşındaki Ece bir anlamda 22 yaşındaki Ece ile mi hesaplaşıyor Gökçe üzerinden? İşte bu yüzden Gökçe'ye anlattım hikayeyi. Kimseyi utandırmak, suçlamak istemediğim için. Gökçe kitapta diyor ya "Ölüm orucu hâlâ devam ediyor mu?" diye... Yapılan eylemlerde 122 kişi öldü. İnsanların çoğunun bu rakamdan haberi yok... "Artık eylemlerde de çok güzel kızlar var!" İnsanların bunun gerçek olmadığını bir an bile düşünmeleri benim için katlanılmaz. Böylesi daha zengin, daha hakiki gibi geliyor bana. Batı'da 20-30 yıldır süren söz üstüne söz söyleme kültürü artık sona yaklaştı. Yazı anlamında söz başka bir yere gidiyor. Artık herkes hakikatten bahsetmek zorunda kalacak. Bütün bu malzeme bir romana da dönüşebilirdi. Neden bir gazeteci kitabı? Kürtlerle ve Ermenistan'la ilgili bir şeyler var kafamda ama hangisine başlayacağım bilmiyorum. Tezgahta başka neler var? Olmaz mı, var tabii. Ama bu meselelerle uğraşırken kendimi daha iyi hissediyorum. Şimdi eylemlerde de çok güzel kızlar var ayrıca. Bir de benim yüzüm hikayemi anlatmaz. 20'lerde gibi göründüğümü söylüyorlar; aslında ben 19 yaşından beri memleketin habis meseleleriyle uğraşıyorum. Kendimi çok ihtiyarlamış hissediyorum. "Çok da hoş, güzel bir kadın niye böyle ağır meselelerle uğraşıyor?" diye tuhaf şeyler söyleyenler çıkıyor mu?