Pazar"Havagazı fenerinin muhteşem yalnızlığı"

"Havagazı fenerinin muhteşem yalnızlığı"

20.07.2003 - 00:00 | Son Güncellenme:

Elizabeth Taylor

Havagazı fenerinin muhteşem yalnızlığı





İbrahim Salim Esenli 1927’de İzmir’de dünyaya gelir. 11 yaşındayken ailece İstanbul’a yerleşirler. Ortaokul ve lise öğreniminin ardından İ.Ü. Hukuk Fakültesi’ne devam eder. Babasının ölümüyle okulu bıkakır ve iş hayatına atılır. Bisiklet imalatçısı ve ithalatçısı olarak uzun yıllar çalışır. Kendisiyle Ümraniye’deki evinde yaptığımız sözlü tarih görüşmesinin ilk bölümünü sunuyoruz bu hafta.

"Aile kökenim Girit’ten. Dedelerim Girit’ten gelmiş ve İzmir’e yerleşmişler. Babamın babası maalesef Girit’te vefat etmiş, çünkü orada şiddet hareketleri sırasında hastalanmış ve Türkiye’ye gelememiş. Yalnız annemin dedesi geldi. Onlar Girit’te ticaret yapan insanlardı. İşte Girit’in Yunanlılar tarafından devamlı olarak taciz edilmesi ve İngilizlerin de onlara yardım etmesi sebebiyle bizimkiler Lozan anlaşmasından önce Türkiye’ye geldiler ve İzmir/Bornova’ya yerleştiler. Annemin babası Bornova’nın İstiklal Savaşı’ndan sonra ilk belediye başkanı oldu. Geniş bir evimiz vardı. Biz de orada yaşardık. Bizimkiler tarımla değil ticaretle uğraşıyorlardı. Baba tarafı zeytinyağı ve sabun, anne tarafı da baharatla uğraşıyordu ve o daha zengindi. Babamın ailesi de çok varlıklı idi fakat onlar mübadil olmadılar. Hemen sonra bazı problemler çıktı maalesef ve annemle babamı ayırdılar. Babam sıkıntısından Girit’e gitti, annem de oğluyla beraber, işte abim o zaman küçük, Bornova’da kaldı ve kendisine tazyik yapıp evlenmesi için çalıştıkları halde, annem kesinlikle evlenmek istemedi. Annem istemeyerek boşandı. Babam Girit’ten döndükten sonra tekrar ikinci defa evlendiler ve ben dünyaya geldim; onun için altı yaş farkımız vardır ağabeyimle. Fakat abime çok tesir etti annemin ayrılığı. İşte ailede böyle bir dengesizlik oldu. Babam Haydarpaşa’ya tayin edilince dedemin Bornova’daki evinden, Göztepe’nin Tepegöz Sokağı’nda ahşap iki katlı bir eve göç ettik."

Şubat ayı. O yıl bahar erken gelmişti ve eşyalarımız eve yerleştirilirken ben çevreyi tanımaya çalışıyordum. Yanımızdaki, büyük bir bahçe içindeki köşkü seyrederken bahçe kapısında benim yaşlarımda bir çocuk gördüm. Konuşmaya başladık. İki köşkün arasındaki kısa bir yoldan geçerek, demir parmaklıklarla çevrili bir bahçenin içindeki görkemli Göztepe Beşinci İlkokulu’na, taş mektebe geldik. Yeni arkadaşım Mehmet İlter, Erzincan Mebusu Aziz Samih İlter beyin küçük oğluydu. Galatasaray’ın Ortaköy’deki ilkokulunda okuyordu. Beni köşklerinin bahçesine davet etti. Büyük bir çamın altında duran çalışma masasının üzerindeki kitaplar dikkatimi çekti. Birini elime aldım, kitabın kabında iri semiz bir köpekle, yaşlı bir kurdun resmi, geri planda da bir şato silueti vardı. ‘Bu kitap nedir Mehmet’ dedim. ‘Fransız şair La Fontaine’in masal kitabı’ diye cevapladı." Mehmet, Fransızca masalı yüksek sesle okur ve bir yandan da kendisini büyük bir ilgiyle dinleyen İbrahim Salim’e çevirir. Semiz köpek ile aç kurdun arasındaki diyalog köpeğin kurdu şatoya davet etmesiyle sürer: "Kurt çok açtır, öneriyi kabul eder ve ormandan şatoya yönelirler. Ormanın çıkışından şato görünür. Köpek der ki, ‘İşte benim oturduğum yer burası’. O anda kurt, köpeğin boynunda bir iz görür ve sorar ‘Nedir bu iz?’ ‘Sahibimin beni bağladığı tasmanın izidir’ der köpek . ‘Ne, bağlanmak mı?’ der yaşlı kurt, ‘ben özgürlüğümü isterim.’ Sonra da koşarak ormana döner. Bu masal benim bütün hayatımı derinden etkilemiştir."
1938 yılında Devlet Demiryolları’nda çalışan babasının Haydarpaşa’ya tayin olmasıyla birlikte İstanbul’a gelen İbrahim Salim o günlerde 11 yaşındadır. Arkadaşının Galatasaraylı olmasından çok etkilenir, Galatasaray taraftarı olur. Ancak bu etki Fenerbahçe Stadı’nın hemen yanındaki Kadıköy Ortaokulu’na girinceye kadar sürer: "Oradan Fenerbahçelilerin antrenmanlarını görüyorduk. Haftada iki gün, salı ve perşembe günleri paydos zili çalar çalmaz soluğu ahşap tribünlerde alıyordum. Büyük Fikret’i, Melih Kopanca’yı, Niyazi Sel’i ve daha pek çok Fenerbahçeli sporcunun idmanlarını seyrederken spor nosyonunu kazandım. Bilhassa Fikret abinin balet gibi top sürüşü gözlerimin önünden gitmiyor. Artık Mehmet’in Galatasaray’ından etkilenmiyordum, Fenerbahçeli olmuştum. Ancak maalesef aktif sporda başarılı olamıyordum, o ayrı bir şeydi."

"Siz başınızı eğeceksiniz"
"Babamın İstanbul’a tayin edilmesi maddi bakımdan bir kayıp oldu bizim için. Çünkü İzmir’de dedemin evinde oturuyorduk, çok rahattık, fakat İstanbul’a gelişimizin bir şans olduğunu düşünüyorum. Göztepe’de edindiğim çevre bana çok şey kazandırdı. Komşumuz Aziz Samih İlter bey ki, o zaman CHP Erzincan mebusuydu ve bana büyük ilgi gösterirdi. Oğlu Mehmet’le hep beraber oluyorduk. Bahçelerinde her türlü yemiş vardı. Kendi eliyle armudu soyup verdiğini hatırlıyorum. Cevizlerin dışında dalındaki meyvelere elimizi süremezdik. Aziz Samih bey çok otoriter bir insandı. Saat tam 12’de aşçıbaşı ‘Yemek tamam’ dediği zaman, eğer Mehmet oyununu bırakıp da gitmezse o gün, ne öğle yemeği ne de akşam yiyebilirdi. Bir gün Aziz Samih bey bizi çağırdı, ‘Gelin buraya’ dedi. Gittik, ‘Bu akşam ekspresle Ankara’ya gideceğim. Gelin beni selamlayın’ dedi." İki çocuk demiryolunun hemen yanındaki yüksekçe duvara çıkıp trenin geçmesini beklerler o akşam. "Göztepe’de bir rampa vardır, kara tren zorlanırdı geçerken. Tren ağır ağır geçmeye başladı ve cama gelen A. Samih Bey el sallıyordu bize, ve biz de el salladık. İki gün sonra Ankara’dan geldi. Baktık, asık bir çehreyle çağırdı bizi. ‘Ben size ne dedim? Siz nasıl el sallayabilirsiniz? Ben el sallıyacam, siz yalnız başınızı eğeceksiniz’ dedi. Hiç unutmuyorum. Ve bir de, bir gün oturuyoruz, ‘Ne biçim oturuyorsunuz? Oturduğunuz zaman bacaklarınızın kapalı, dizlerinizin birbirine yakın olması lazım’ dedi. Ve hepsini Aziz Samih beyden öğrendik. Bizim evde o kadar sert bir disiplin yoktu. Hiçbir zaman bir şeyde zorlamazlardı."

Havagazı fenerleri
1939 yılında başlayan İkinci Dünya Savaşı’nın tüm sıkıntılarına yakından tanık olur. Ekmeğin karneyle satıldığı, şekerin bulunmadığı yıllara, yaşanan karartma gecelerine ilişkin bir başka gözlemi vardır İbrahim Salim’in: "İkinci Dünya Savaşı yıllarında bir de ışıklar karartılıyordu gece Alman uçaklarına karşı. Ve hiç unutmadığım bir şey vardı, çocukluğumun Göztepe’sinde... Havagazı fenerleri... Fevkalade romantik şeylerdi. Havagazı fenerinin sokakları aydınlatması mümkün değildi ancak kendisini aydınlatabiliyordu. Fakat ben onlara diyorum ki ‘Sokaklardan çok, gönülleri aydınlatıyordu havagazı fenerleri’. Bir fener düşünün; sokak tenha, hiç kimse yok, evler bahçenin içinde, sokağın ortasında bir fener ve o karlı manzarayı hiç unutmuyorum. Lapa lapa kar yağdığı zaman ben ona "havagazı fenerinin muhteşem yalnızlığı" diyordum. O muhteşem yalnızlığı ışıksız olarak yaşıyorlardı. Çünkü söndürülüyordu. Güneş battığı zaman mevsime göre, bir uzun meşaleyle fenerci gelir ve feneri yakardı. Sabah da güneş doğarken tekrar gelir söndürürdü, düşünün. O manzarayı unutamıyorum. Fakat elimde maalesef o fenerlerin bir tek resmi yok. 1950’de kaldırıldı havagazı fenerleri."
Saint Joseph Koleji’nin orta kısmına devam etmeyi istemesine karşın Kadıköy 1. Ortaokulu’na kaydolur İbrahim Salim: "Ortaokuldaki müzik hocamız Hulusi bey, çok duygulu ve çok zarif bir insandı. Mayısın ilk haftasıydı. Hiç unutmuyorum. ‘Haftaya müzik dersine gramofonu getirin, sizi ormana götürücem’ dedi hocamız. Ertesi ders çantalarımız ellerimizde, heyecanla onu bekliyorduk. Elinde bir paketle sınıfa girdi. ‘Size söz verdiğim gibi ormana götürücem, oturun şimdi.’ Önce anlamadık; hem oturun diyor hem de pikniğe götürmekten bahsediyordu. Arkadaşımızın getirdiği gramofonun kapağını kaldırdı. Kurgu kolunu koydu, gramofonu kurdu ve getirdiği paketi açtı. İçindeki taş plaklardan birini seçti ve gramofona yerleştirdi. Plak dönmeye başladı. Biz yabancısı olduğumuz bir müziği dinliyorduk. Akıcı bir müzikti. Plak bittikten sonra, sordu: ‘Çocuklar bu müzikten ne duydunuz?’ Ben parmak kaldırdım, ‘Öğretmenim ben kuş sesleri duydum’ dedim." Gramofonu tekrar kuran müzik öğretmeni kendisini büyük bir dikkatle dinleyen öğrencilerine anlatmaya başlar: "Bu dinlediğiniz müzik, Bethooven’ın altıncı senfonisi, doğayı anlatan bir senfonidir. Bakın, şimdi ormanın sessizliğini dinliyorsunuz. Şimdi dikkat edin kemanlara; kıvrılarak akan derenin sesini duyuyorsunuz ve son bölümde de kuşların cıvıltısını dinliyorsunuz." İbrahim Salim ortaokul yıllarında tanıştığı klasik müziği hayatı boyunca büyük bir tutkuyla dinleyecektir.
1946 yılında ortaokulu bitirince Haydarpaşa Lisesi’ne kaydolur. "Ben geç kaldığım zamanlar Haydarpaşa’dan okula kadar koştuğumu hatırlıyorum. Yollar hep bozuktu fakat o da ayrı bir idman oluyordu herhalde. Haydarpaşa Lisesi’nde çok önemli öğretmenler vardı, onlardan çok büyük ilgi gördüm. Edebiyat öğretmenimiz Eflatun Cem Güney’di." diye anlatıyor o günleri. Liseden sonra 1948 yılında Hukuk Fakültesi’ne giren İbrahim Salim Esenli o yıl babasını kaybeder: "Rahatsızlandı babam, emekli olamadan vefat etti, benim fakülteye girdiğim sene. Babamızı kaybettikten sonra abim çalışmaya başladı. Ben de ticaret yapmayı tasarlıyordum. Babamızı kaybetmiştik, bir an evvel hayata atılmam gerekiyordu."
Annesinin İzmir’deki evini satıp verdiği ilk sermaye ile çalışmaya, iş kurmaya karar veren İbrahim Salim Esenli’yi neler bekliyor? Okul yıllarında ilgi duyduğu Fenerbahçe Kulübü’nde yürüttüğü çalışmalar neler?

Hukuk Fakültesi’nde kalabalık sınıflarda aldıkları derslerin birinde bir genç kızla tanışır: "Arnavut Koleji mezunuydu, çok serbest bir kızdı. Sonra benim kız arkadaşım oldu, Edebiyat Fakültesi’nden. O resme ve şiire çok meraklıydı. Ben de klasik müziğe meraklıydım. Ben ona klasik müzik zevkini aşıladım. O da bana resim ve edebiyat merakını aşıladı. Ayrılınca da ben bazı şeyleri imha ettim ve onun da imha etmesini rica ettim. Söylemekte mahzur yok, mektubu da var. Israrla ‘Evlenelim’ diyordu. Ben onun yapısını gördükçe mutfağa girecek bir insan değil, iyi ve kültürlü bir insan ama yapısı müsait değil diye düşündüm. Fevkalade narin bir insandı. Elizabeth Taylor’ın eşiydi. Onunla arkadaşlığımız beş sene devam etti . O zamanlar Eminönü Halk Evi’nde oluyordu edebiyat matineleri. Sait Faik’i çok hatırlıyorum böyle; salona gelmişti, içeri girmiyordu, arka kapıda duruyordu ve konuşmaları dinliyordu, hikayesini başkası okuyordu. Haldun Taner, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Özdemir Asaf, Salah Birsel gelip eserlerini okurlardı. Ve biz kız arkadaşımla onları zevkle seyrederdik. Bir de o Dolmabahçe’den Beşiktaş’a giden yolda biliyosunuz büyük çınar ağaçları var. Ve biz sonbaharda yapraklar dökülmeye başladığı zaman orada yürürdük. O hışırtısı yok mu yaprakların yürürken! Çöpçüler gelip onları süpürmeye başladıkları zaman çok üzülürdük. Hatta birkaçına söyledik, ‘Şunları bir müddet süpürmeyin, bunlar çok güzel...’ Fakat onlar dinlemezler, toplarlar ve bir tarafta da yakarlardı. Ayrıldık bir süre sonra . O evlendiği zaman beni düğününe davet etti. Gitmedim. Eğer gitseydim tek kelimeyle bir çılgınlık olurdu, kesinlikle mesut olamazdık. Aradan yıllar geçti. Tanıştığımızın tam yirmi beşinci yılında (7 Nisan’da tanışmıştık), benim gazetedeki ilanımı görmüş, telefon açtı bana. ‘İbrahim, ben kondisyon bisikleti almaya geleceğim sana’ dedi. Geldi. Bütün han ayağa kalktı, gerek kokusu, gerek tuvaleti, gerek görüntüsü itibariyle. Geldi, konuştuk. ‘Ee İbrahim, çoluk çocuktan ne haber?’ dedi. Dedim ki, ‘Ben ne demiştim, yirmi beş sene evvel, ekonomik durumumu istediğim seviyeye yükseltmedikçe evlenmiyeceğim ve evlenemedim’ dedim. ‘Sen nasılsın’ dedim. ‘Ben çok iyiyim, çok meşhur bir kişinin villasında oturuyoruz Yeşilköy’de ve denizi görebiliyorum. Ne yaptım biliyor musun, bütün evi hoparlörlerle donattım, bir merkezden klasik müzik çalıyor ve senin bana öğrettiğin, zevkini verdiğin müziği dinliyorum.’ Bir daha görüşmedik benim isteğimle? Önce muhalefet etti ama..."

TARİH VAKFI
Tarih Vakfı sözlü tarih arşivi oluşturmak için tanıklıklarınızı kaydediyor. 70 yaş üzeri 1000 kaynak kişiye ulaşmayı hedefliyor. Ünlülerle değil, içimizden birileriyle... Sizin önereceğiniz kişilerle, dedelerimiz, ninelerimizle... Köylerde, kasabalarda, fabrikalarda geçen hayatlar... Hasatlar, vardiyalar, düğünler, seçimler, yemekler, camiler, kadın matineleri... Tarihe Bin Canlı Tanık Projesi, sözlü tarih görüşmeleri ile, günlük yaşamın, toplumsal geçmişin belleklerde kalmış ayrıntılarını içeren yaşam öykülerini kaydetmeyi hedefliyor. Bugüne kadar projeye destek olan Türk Tabipler Birliği’ne, İnşaat Mühendisleri Odası’na ve Kayseri Ticaret Odası’na maddi desteklerinden dolayı teşekkür ederiz. Siz de projeye destek olun, tarihe katkı da bulunun: Telefon: 0212 327 86 58
Faks : 0212 227 37 32 e-posta: tbct@tarihvakfi.org.tr

Projeye katkılarınızı bekliyoruz:
Telefon: (0212) 327 86 58
Faks: (0212) 227 37 32
e-posta:mailto:tbct@tarihvakfi.org.tr

www.tarihvakfi.org.tr

DEVAM EDECEK