05.04.2009 - 01:00 | Son Güncellenme:
NİL KURAL nil.kural@milliyet.com.tr
Ali Özgentürk “Selvi Boylum Al Yazmalım”ın senaryosu, “At”, “Hazal” gibi ilk dönem filmleri ile tanınan bir yönetmen. Ama sinemanın ve ülkenin öyle bir dönemine tanıklık etmiş ve hayatını o kadar ilginç detaylarla doldurmuş ki, cuma günü vizyona giren yeni filmi “Yengeç Oyunu”nu konuşurken, her taşın altından ağzınızı bir karış açık bırakan bir anı çıkıyor. Laf Deniz Gezmiş’e de gidiyor, Türkan Şoray’a da... Bakıyorsunuz ki hepsi büyük bir öykünün küçük birer parçası...
Siz genellikle isim olmuş oyuncularla çalışıyorsunuz. “Yengeç Oyunu”nda birkaç kişi dışında, amatör oyuncularla çalıştınız. Neden?
Bu filmde kararlıydım. Çekim öncesi dönemde, Asya rolünde, tanınmış oyuncuların olmasını istedim. Bazı nedenlerle olmadı, tarihler, zamanlar uyuşmadı. Eskişehir’deki öğrencilerle ilgili onlara geniş yer vermek konusunda kararlıydım. Filmde bir “genç yüzler coğrafyası” olsun istedim. Belki ilk oyunları ama filme çok şey kattılar.
“Yengeç Oyunu”nda ana karakterleri kadın olarak seçmenizin özel bir nedeni var mı?
Hep buna yöneliyorum. Kadın kahraman seçiyorsam ona çok yoğunlaşıyorum. Kadın karakterler, senaryoyu da filmi de yönetiyorlar. Mesela “Yengeç Oyunu”nda Asya ile ilişki kurmaya çalışan bir erkek kahraman var, filmin sonunda baktım erkek karakter varla yok arası bir hale gelmiş. Çekerken de planlamadığım halde çocuğu hep geride tutmuşum. Film kadınların duygusal helezonu gibi... Erkek girdikçe fazla geliyordu, doku uyuşmazlığı gibi oluyordu.
Devrim İçin Hareket Tiyatrosu ile 400 oyun
Kariyeriniz aslında tiyatroda oyunculukla başlıyor. Buradan sinemaya nasıl geçtiniz?
Adana Devlet Tiyatrosu’nda başladıktan sonra tiyatro oyunculuğu ve yönetmenliği dönemi başladı. Adana’da küçük bir grup kurdum. Köylere giden bir tiyatroydu. 1960’da 27 Mayıs’ta, “Neden köylerde oynuyorsunuz?” diye bizim biraz canımızı sıktılar. Adana Şehir Tiyatrosu’nun ardından, üniversiteden oyuncular seçerek, Devrim İçin Hareket Tiyatrosu’nu kurdum. İşçi kahvelerinde, grevlerde, köy meydanlarında, 400’e yakın oyun oynadık.
12 Mart darbesi de sizi etkiledi mi?
Darbeden sonra tiyatronun tüm oyuncuları aranmaya başlandı. Aslında bizim oynadığımız oyunlar yasal, politik kabare diyebileceğimiz oyunlardı. 12 Mart’la beraber darmadağın olduk.
Sinemaya o ara mı geçtiniz?
1971 askeri darbesine kadar birçok kısa film, 60’a yakın röportaj belgeseli denilen, dokümanter film çektim. Askeri darbelerde, sendikaların kapatılması ve evlerin aranıp götürülmesi sonucunda bir kısmı heder oldu gitti. Kalan kısmı da, bir demir kutuda, her darbede Anadolu’da bir yerlere taşındı. Benim baba evinin bahçesinde bir ağaç var, kardeşlerim kutuyu o ağacın altına bile gömdü.
“İlk filmim kayıp, bulamıyorum”
Sizin için özel bir tane var mı?
1966’da 300’e yakın üniversite öğrencisi, Harun Karadeniz, Deniz Gezmiş gibi öğrenci liderleriyle birlikte, Ankara’ya özel okullarla ilgili yürüyüş düzenledi. Ben de yanlarındaydım, ilk belgeselim odur. Adı “Uzun Yürüyüş”. 13 gün yürüyüş yaptık, 100 küsur saatlik bir film oldu. 1,5 yıl kurgunun sonunda dokuz dakikalık bir film çıktı. Son birkaç aydır aradım, yine bulamadım. Profesyonel sinemaya, görüntü yönetmeni Muhlis Hasa’nın kamera asistanı olarak girdim. Sonra Yılmaz Güney hapishaneden mektup yazıp benimle çalışmak istediğini söyledi.
Güney sizi nasıl keşfetmiş?
Filmlerimden biri, “Ferhat” o sırada Polonya’dan ödül almıştı, bu yüzden de televizyonda gösterildi. Hapishanede onu izlemiş. 1974’te çıktı. Pamuk işçileri ile ilgili “Endişe”yi çekecekti. Çekime gittiğimizde, o tatsız olay oldu. Yılmaz tekrar içeri girdi. Filmi Şerif Gören’in yönetiminde bitirdik.
Fin yönetmen Mika Kaurismäki’nin 1991 tarihli “Zombie and the Ghost Train” filminde küçük oyunculuğunuz var. Hikayesi nedir?
1985’de Tokyo Film Festivali’nde “At” filmim büyük ödül almıştı. Orada yarışan yönetmenler arasında Aki Kaurismäki, Michael Radford, Neil Jordan, Doris Dörrie de vardı.
Bernardo Bertolucci de jürideydi. Biz bu isimlerle dehşet bir ekip olduk. Tokyo’nun altını üstüne getirdik. Kendi aramızda, herkes bundan sonra yapacağı filmde, diğerine bir selam gönderecek diye anlaştık. “Zombie and the Ghost Train”in ortak yapımcılığını yaptım, Halil Ergün de oynadı. Ondan sonra yakın bir zamana kadar herkesin anlamayacağı şekilde selam göndermeye devam ettik. Aki’nin bir filmi var, “Kibritçi Kız / The Match Factory Girl” diye. Filmin başında bir hırsız yakalanır, Helsinki’de. Fin bir serseri, karakola getirilir. Adın ne derler, “Ali Özgentürk” der! Küçük bir sinemacılık oyunu...
Bir süre sonra insan hayatın oyun taraflarını kaybediyor, oysa korusa ne güzel. Bir süre sonra Türkiye’de her şey ciddileşiyor. Burada ciddi bir hayat var, asık yüzlü filan, üniformalı. Doğrusu benim bebeğimin, büyüdüğü zaman öyle olmasını istemem. Yeni kuşakta o ciddiyeti, bir yere bağımlı olma halini görmüyorum, onu çok seviyorum.
“Türk filmlerinin oynama imkanı bulamadığı dönemde çalıştık”
Yeni dönem Türk sineması konusunda ne düşünüyorsunuz?
Bizim kuşak yapımcısız doğdu. Türk filmlerinin oynamasının imkansız olduğu dönemde film çektik. 80’ler sonrası yabancı filmlerin dağıtımdaki üstünlüğü çoktu, bir filminizi oynatmak için takla atmanız lazımdı. Buna rağmen Ömer Kavur, Zeki Ökten, Şerif Gören, Yılmaz Güney kendi insanımızı, kendi karakterimiz üzerinde yükselen, dünyalar kuran filmler yaptılar.
O zaman da, bu filmlerle yurtdışında başarı elde edildi. Sinema
konusunda hafızasızlık var.
Ben genç yönetmenleri biriktirilmiş sinemamızın devamı olarak görüyorum. Şimdi, 45-50 film çekiliyor. Çok yetenekli arkadaşlar da var, “Sonbahar”ı yöneten Özcan Alper’i, “Gitmek”in yönetmeni Hüseyin Karabey’i sayabilirim mesela. Ama sinemada standartımız yok. Sinemamız hikayesiz, karakterinin içi boşaldı. Yurtdışında birkaç Türk sinemacısı var ama
Türk sineması yok.
“Finali Türkan Şoray’ın istediği gibi yaz!”
Yine 1970’lerde ünlü “Selvi Boylum Al Yazmalım”ın senaryosu geliyor. Bu film geçen yıllara rağmen unutulmayan, herkesin sevdiği bir film... Dönüp baktığınızda bu sihri nasıl açıklıyorsunuz?
“Selvi Boylum”un güzel olmasının nedenlerinden biri Atıf Yılmaz’ın özgürlüğe düşkün, yeni şeylere açık bir adam olmasıydı. Ona önerdiğim, aksiyon sırasında söylenecek, romandaki bilinçaltı okunuşları kabul etti. O final de, hikayede yoktu.
Final, filmin en önemli bölümlerinden biri şüphesiz...
Daha Adana’ya çekime gitmeden önce Atıf Yılmaz finale karşı çıktı. “Finali Türkan Şoray istemiyor çünkü Türkan hanım star, finalde yine Kadir İnanır’a dönsün” dedi. Çok karşı çıktım. Atıf Yılmaz, “Sen gel Adana’ya asistanlığına bak” dedi, kızdı hatta. Gittik, çekime başladık. Finali çekmeye doğru, “Finali Türkan’ın istediği gibi yaz” dedi. Ayrılmaya karar verdim. Valizimi topladım, sabah araç beklerken Rüçhan Adlı beni gördü. “Neden gidiyorsunuz?” dedi, ben de durumu anlattım. “Siz gitmeyin lütfen” dedi. Ben de bekledim, Atıf Yılmaz gelip, “Sen ne dedin de etkiledin? Tamam, senin finalini çekiyoruz” dedi. Nitekim öyle de çektik.
Herhalde sonunda Kadir İnanır’a dönseydi, film şimdiki gibi bir etki yaratamazdı.
Hiçbir şey olmazdı.