25.05.2003 - 00:00 | Son Güncellenme:
"Sonraları tren Bağdat’a kadar gitmeye başladı. Lübnan’a çok giderdik. Bağdat’tan çıkarsınız arabanızla, dört saat sonra Beyrut’tasınız. Şam yoluyla bütün gece çölü geçersiniz. Araba lastiklerinin asfaltta çıkardığı sesler sanki ağaçların hışırtılarına benzer, hayret edersiniz. Çok zevklidir gece çölü geçmek."
Annemin bir dikiş makinesi vardı, çok severdi: Singer. Bir tek onu aldığımızı hatırlıyorum. Bir de bavullarımızı… Bağdat’a gitmek için uzun bir yolculuk yaptık. Trenle Halep’e gittik önce. Halep’ten Şam’a ayrı bir trenle vardık, berbat bir yolculuktu. Şam’da çölü arabalarla geçtik. O zaman doğru dürüst yol yoktu Şam-Bağdat arasında. Çölde kaybolanlar, susuzluktan ölenler oldu." 1933 yılının ilk ayında, yılbaşında varırlar Bağdat’a. "Üvey babamın yüzünden Bağdat’a gittik. Çok büyük bir çiftliği vardı, ucu bucağı olmayan bir çiftlik. Bağkube’den bahsedildi geçenlerde (Irak işgali günlerinde) haberlerde. Bağkube vilayetinin Şahraban kazası, sonra Mıktadiye oldu. Orada Halbetiye diye bir çiftlik... Çiftlik atla iki saatte dolaşılırdı, büyük hurma bağları vardı. Biz ilk gittiğimizde insanlar çok yoksuldu. Hiç unutmam bir bahçıvan tuttuk, entarisi yoktu, aba (yünden veya ipekten yapılan kolları olmayan giysi) giymişti sadece."
Hiç yabancılık çekmedik
Hümeyra hanım hem babasının hem de üvey babasının Irak’ta doğup büyümüş olmaları nedeniyle buradaki yaşama alışmakta güçlük çekmez: "Valla Irak’ta fazla yabancılık çekmedik, çünkü hep buradan gitme insanlardı oradakiler. Mesela Hikmet Süleyman vardı, (İhsan) Doğramacı’nın kayınpederi. Hem babamı, hem de üvey babamı tanıyorlardı. Türkçe konuşuyorlardı. Bağdat bizim bir vilayetimiz gibiydi adeta." Okula başlayıncaya kadar çiftlikte yaşar Hümeyra: "Çok güzel bir kısrağım vardı, adı Necm’di (Yıldız). Her yer hurma bağları ve portakal ağaçlarıydı… Bir de ipek böcekçiliği ile uğraşılırdı. Arpa, buğday ekerlerdi... Yılbaşından hemen sonra beni yatılı okula gönderdiler: College de Santre. Tam nehir kenarındaydı okul. Lise kısmı da şehrin içindeydi. Hocalarımız olan genç Soeur’ler, buradaki (İstanbul Saint Joseph’teki) Soeur’lerden farklıydı. Bağdat’takiler biraz daha serbestti, bizlerle beraber oyun oynarlardı. Rahibelere de Ma Soeur derdik. Yatılı olduğum yıllarda en çok annemi özlerdim." Hümeyra okulda yapılan Fransızca öğretimin yanında sınıf arkadaşlarının yardımıyla da Arapça öğrenir: "Arapçada pek çok diyalekt var. Musullular ve Bağdatlılar ayrı konuşur, ben Hıristiyan Arapçası öğrendim okulda çünkü Hıristiyanlar çoğunluktaydı. Sonra çiftlikte Bedevi Arapçası konuşmaya başladım."
Kızıl kum yağmuru
"O yılların Bağdat’ı sırf bir Beyoğlu Caddesi diyelim, Şabi Reşit, ondan ibaretti. Bir tarafında bizim okul, bir tarafında Bab-ıl Muazzam dedikleri Müslüman mahalleleri vardı. Şehir haricinde büyük hurma bağlarının içine yapılmış evler vardı bir de. Yavaş yavaş oralarda herkes ev yaptırmaya başladı. Nehir kenarında çardaklar kurulurdu, yazın serinlemek için herkes geceleri oralara giderdi." Çiftlik ile okul arasında geçen yıllar içinde 17 yaşında, liseyi bitirir Hümeyra. Bu arada Bağdat’ta bir ev alırlar. "Çiftlikte kalmak istemedi annem, geldik Bağdat’a. Türk Sefarethanesi’ne çok yakındık, yürüme mesafesindeydi. Mahallemizin adı da Veziriye’ydi. Hatta bir toprak yağmuru olmuştu öyle, kızıl kum yağmuru, gökyüzü kıpkızıl olur, çölden kalkan kum yağardı şehre. İşte o gün sefaret erkanı bizim eve koştu, korkudan, kıyamet mi kopuyor diye. Türkler muhakkak sefarete gelirlerdi, biz mutlaka 29 Ekim’deki kutlamalara davetli olurduk. Bu arada II. Dünya Savaşı’nda Tekel gelip orada bir mağaza açtı ve çok kazandı."
Kıyamet koptu
"İşte birden ihtilal oldu, lisede okuduğum sırada pek hatırlamıyorum. Yalnız bir başbakan geldi, biraz mutaassıptı galiba. Sinemalardaki kadın ve erkek matinelerini ayırdı. Adeta isyan çıkıyordu, hemen kararını değiştirdi. 1937 başında kıyamet koptu, bir yerlere bomba atıldı. Bekir Sıtkı İnkılabı derler bu ihtilalin adına. Bu zat Alman taraftarıymış, İngilizlere düşmanmış. Yasin Paşa başbakandı, onu indirdiler görevden. O küçük bir ihtilaldi. Sonra işte 1941’de, Reşit Ali bir harekat yaptı, İngilizlere harp ilan etti, Almanları çağırdı, Almanlar gelmedi. Bir de onu yaşadık işte, bir ay kadar bir savaş oldu İngilizlerle."
1936 yılında liseyi bitiren Hümeyra Abdullah, İstanbul’a gelip hukuk eğitimi görmek istemektedir. Ancak uzak bir akrabalarının aracığıyla bir talibi çıkar ve evlenir. "Musul’a gittik, orada düğün yaptık. Annesi Türk ama babası Arap yani Iraklıydı. Ben evlendiğim zaman Musul posta ve telgraf müdürüydü eşim. 14 vilayeti olan Irak üç kısma ayrılmıştı: Musul, Bağdat ve Basra... Musul kısmının yani bütün Musul, Dahok, Süleymaniye, Kerkük’ü de içine alan kısmın posta telgraf müdürüydü." Henüz beş aylık evliyken Abdülbaki beyi askere çağırırlar. Bu süre içinde Bağdat’ta oturur Hümeyra hanım. Eşinin askerliği bittiğinde Musul’a dönerler: "Sosyal görüşmelere filan yavaş yavaş alıştı. Bir tek sinemaya giderdik. O ara benim çocuğum oldu, Haldun doğdu. Zannedersem, Kral Faysal da dört yaşındaydı, ben doğum yaptığım zaman." Basra’ya, ardından da Bağdat’a çıkar tayinleri, eşi genel müdür muavini olur. "İngilizlerin kulübüne giderdik. Tabii kordiplomatikle de ilişkimiz vardı, resepsiyonlarına davet edilirdik. Ayrıca İngiliz sefiresi, hanımları toplar, film seyrettirirdi."
Araksi’yi bana verdi
"İlk geldiğimiz yılların aksine sonraki dönemlerde insanlar refah içindeydi. Çok ucuz bi memleketti, bolluktu, meyvesi boldu. Ve kadınlar katiyen çarşıya çıkmazlardı, her şey evlere gelirdi. Çevremizdeki evler bildiğimiz gibi, yani villa tipiydi. Mesela bizim evimiz bir buçuk katlıydı. Evler tuğladan yapılmıştı. Bir kere yer sarsıntısı oldu, ‘47’deydi, onu iyice biliyorum çünkü üçüncü çocuğuma hamileydim o zaman. Biz bahçede kokteyldeydik, birdenbire bütün kuşlar uçtu ağaçtan, akşam saat yedi civarında, annem hissetmiş, çocukları almış, dışarı çıkmış."
Abdülbaki bey 1950’de genel müdür olur. "Beş tane çocuğum oldu. Orada az karşılanıyordu beş çocuk. ‘Sadece bu beş taneyle mi kalacaksınız?’ derdi büyük görümcem. Büyük görümcemin de beş çocuğu vardı ama o 20 tane doğurmuş, beşi kalmış, diğerleri ölmüş. Çocuklarıma bakarken pek de yardımcı almaya taraftar olmadım. Yalnız Araksi’yi, Musul’a giderken annem bana verdi. Dedi ki ‘Kızım ben burada başkasını bulurum, bu eskiden beri bildiğimiz biri, sen al götür’ dedi. Araksi uzun zamandır bizde çalışıyordu ve iki çocuklu dul bir kadındı. Araksi bir ay sonra evlendi gitti. Ben kaldım mı adamsız, böyle acayip kadınlar geliyordu, başörtülü filan, ‘İstemem’ diyordum. Derken bir genç kızı (Filistinliymiş) getirdiler. Aman bayıldım o kıza, benim yaşımdaydı (20 yaşında)… O da biraz acemiydi, yemek pişiremezdik doğru dürüst. Derdim ki ‘Bu Musullular ne kadar ikramcı’, ikide bir ‘Musul Kubbesi’ derler, içli köfte gelirdi. Meğer eşim Resthouse’dan (Musul’da o dönemde demiryollarına ait bir otelin ismi) ısmarlarmış onları, yemeğimizi yiyemiyor, bir şey de söylemiyordu."
Soğan dolması, Basra limonu
"Valla en meşhur yemekleri kubbeleridir, dolmaları meşhurdur. Bir de soğan dolması yaparlar, ben çok severim. Basra limonu dedikleri bir şey koyarlar içine. Basra limonu limona benzer ama lezzeti farklı, baharat gibi kullanılırdı. Sonra tatlılarına kakule koyarlar, öyle baygın kokuludur ama tatlıya yakışır. Mırra, acı kahve yaparlar. Lohuk, düğün tatlısı da derler. Şimdi hiç yok artık o, beyaz sakızlı bir tatlıdır, bergamot kokar, bergamot da yok şimdi artık. Bunlar yok oldu. Ama burada (İstanbul’da) eskiden bergamot şekeri derdik, beyaz bir şeker vardı, Hacı Bekir filan yapardı. Mis gibi kokardı. Bulmacada aside diye bir yemek çıkıyor, bamya, pirinç ve etle yapılan bir Arap yemeği diyor. Çocukluğumda o yemeği yedim. Bir de küleçe dedikleri hurmalı çörek yaparlar."
Kralın ailesini öldürdüler
"1958’de eşimi işten çıkarttılar. İhtilal oldu. Çok feci şeyler oldu, kral ailesini öldürdüler. Abdülselam Arif, ki sonra o da öldü feci şekilde, o gitmiş mitralyözle taramış. Kralın öldüğünü biz bilmedik, evvela sakladılar, sağ biliyorduk onu. Darbeciler için o zaman komünistler dediler ama sahiden komünist miydi bilmiyoruz ki. Eski bürokratlar değişti. Bir bakanı astılar mesela, dahiliye bakanını. Birkaç tanesini mahkemeye verdiler. Eşim de daha sonra avukatlığa başladı. Kaçan kaçtı, kalan kaldı. Mektepler kapandı. Kızlar İngiliz okulundaydı, onların okulu da kapandı. Daha önce katıldığımız bir daveti hatırladım. Kralın doğum günüydü, büyük bir ziyafet vermişti dayısı. Kralın ailesiyle tanışmıştık. Büyük hanımın, o genç kızların öldürülmesine çok fena oldum, hazmedemedim olanları. Ve o insanlardan nefret ettim ki seviyordum o insanları, yani alışmıştım, hiçbir şeyden korkmuyordum, gece yarısı bir evden bir eve gidiyorduk. Sokağa çıkamaz hale geldim. Bana sinir geldi zaten, ‘Komünistler gelecek, çocukları nereye saklayacağız’ diye başladım telaşlanmaya. İşte onun üzerine gelmeye karar verdik ama işte çıkamadık hemen. 1959’un şubatında çıkabildik. Nitekim iyi ki çıkmışız çünkü ondan sonra darbe üzerine darbe oldu. Bu kez çıkışlar yasaklandı." Irak’ta krala yönelik yapılan bu darbenin ardından cumhuriyet ilan edilir. Birkaç sene sonra, 1963 yılında da Baas Partisi iktidara gelir.
Irak’tan kaçış
"Sanki hapishaneden çıkmış bir insan gibi. Geldik burada, lunaparklarda filan ooh gezdik, eğlendik. Tam bir çılgın hayat yaşadık geldikten sonra buraya. Şimdi yıllar öncesini düşünüyorum da Bağdat’ın da güzellikleri vardı ama ben hiç sevmedim çünkü hep İstanbul hasreti çektim... Gelir gelmez teyzemin evinde kaldık. İki ay sonra Bebek’e taşındık. Akrabalarımız da vardı. Koleje verdim çocukları. Bu arada eşim avukatlıktan emekli oldu ve buraya geldi. Gidip geliyorduk Irak’a, en son eşimle gittim, ‘79’da gittik. Sonra İran-Irak Harbi çıktıktan sonra eşim gidemedi memleketine. Çünkü giderse bir daha çıkamayacaktı, erkekleri çıkartmıyorlardı. Ben gittim yalnız, ‘81’de... Kızlarım evlendikten sonra da çalışmaya başladım. Yalter Kitabevi vardı, 15 sene çalıştım. Bir süre de tercüme yaptım. 1985’de emekli oldum. Şimdi aldığım yegane maaş oradan. İran-Irak Harbi’nden ve özellikle Körfez Savaşı’ndan sonra emeklilerin maaşları tamamıyla kesildi. En son bankada birkaç kuruşumuz kalmıştır belki, artık ne kaldıysa, Saddam’ın sarayı oldu hepsi...
"Abdülbaki bey 1934’te İstanbul’a gelmiş, buradan bir hanım alayım demiş, olmamış. Hep bir Türk kızı almak istermiş. Yazın bahçelerde oturulur. Biz de komşumuzun bahçesine oturmaya gittik. Beni göstermek için çağırmışlar, benim haberim yok. Ondan sonra kız kardeşi aracılığıyla resim gönderdi, çok çirkin çıkmış bir resmiydi. ‘A, katiyen’ dedim ben. Bir süre sonra bunlar geldiler bize görücülüğe. Yakışıklıydı eşim, o zaman gördüm. Tabii, ben okulu bitirmişim, hukuk okumak istiyorum. Annem de beni, İstanbul’a gelmeyeyim diye evlendirmek istermiş. Adamın yakışıklılığı galip geldi, evlendik."
"Irak’ta genç kızlar başlarına beyaz tülbent, üzerine de renkli yemeni bağlarlar. Altın takarlar saçlarına ve onu katran gibi bir şeyle yapıştırırlar. Hızma takarlar burunlarına. Üç tane takar zengini, olmayan bir tane. Ayaklarda halhallar. Başlarında kilolarca tahta yoğurt kapları taşırlar, böyle dimdik yürürler. Erkekler ise beyaz entari giyerler. Ve üzerine aba dedikleri o dümdüz giysileri alırlar. Kadınlar da aba giyer. Köylüler yünlü aba, şehirliler ipek aba giyerler."
Tarih Dostu Olun!
İçinizdeki tarihçiyi uyandırmak, bin yılların bilincini paylaşmak, barışa ve karşılıklı anlayışa katkıda bulunmak için tarih dostu olun! www.tarihvakfi.org.tr
Proje kapsamında,
Antakya, Mersin, Çanakkale, Edirne’den köylü, çiftçi, ev kadını, girişimci gibi farklı gruplardan 70 yaş üstü kişilerle görüşmek istiyoruz…
Bu kentlerin belediyeleri, sivil toplum örgütleri, meslek örgütleri…Projeye katkılarınızı bekliyoruz…
Ceren Lordoğlu (clordoglu@tarihvakfi.org.tr),
Tûbâ Çameli (tcameli@tarihvakfi.org.tr)
Filiz Öğretmen (fogretmen@tarihvakfi.org.tr)
temasa geçmeniz yeterli.
Telefon: (0212) 327 86 58
Faks: (0212) 227 37 32
www.tarihvakfi.org.tr