14.04.2013 - 02:30 | Son Güncellenme:
SOFRADA BAŞ BAŞA
İstanbul’a geleyim mi gelmeyeyim mi diye tereddütler içinde olan baharın izniyle güneşin yüzünü gösterdiği bir akşamüstü Betûl Mardin’le Nişantaşı’nda buluştuk. İkimiz de İstanbul Amerikan Kolejli, Robert Kolej mezunu. Betûl Mardin 1940’ların sonunda bitirmiş Amerikan Kız Kolejini (ACG ’46), ben ise 1960’ların başında (RA ’62). Bu yıl mezun olduğumuz okul Robert College 150’nci kuruluş yıldönümünü kutluyor. 1863’te ileri görüşlü Amerikalı bir eğitimci olan Cyrus Hamlin ile bir başka Amerikalı, yardımsever Christopher Robert’ın akıllarını ve imkanlarını birleştirmeleri sonucunda Bebek’te küçük bir ahşap konakta başlamış okul. Sonra Ahmet Vefik Paşa’dan satın alınan Bebek’teki çok büyük bir arazi üzerinde o günün normlarına göre çok modern inşa edilen binalara taşınmış. Üsküdar’da eğitime başlayan kız koleji de 1870’lerde Arnavutköy’e taşınmış. İki okulun yönetimi 1920’lerde birleşmiş. 1971’de de iki okul birleşerek Arnavutköy’e yerleşmiş, Bebek’te kalan binalarda aynı eğitim felsefesini benimseyen Boğaziçi Üniversitesi öğretime başlamış. Mardin ve ben bir yemek masasında dalıp gittiğimiz sohbette, Robert Kolej’in o günlerine, geçmişine dalıp gittik.
Nuri Çolakoğlu: Şimdi bu yıl Robert Kolej’in 150’nci kutlanıyor. Biz ikimiz de aynı tezgahtan geçtik. Tabii bizim okuduğumuz dönemdeki Robert Kolej ile bugünkü Robert Kolej farklı. Kendin mi, ailen mi karar verdi bu okulda okumana?
Betûl Mardin: 38’de girdim ben Kolej’e. O senelerde Kolej’den çıkmış bir teyzemiz vardı, oradan mezun. Dolayısıyla onun çok tesirindeydik. Onun çocukları hepsi Kolej’deydi.
Yusuf Abim var rahmetli, o mesela Kolej’den yeni çıkmıştı.
Nuri Ç.: Bende de aynı şekilde... Benim halamın oğlu Robert Kolej’den halamın kızı Kız Koleji’nden. Amcazadem Robert Kolej’den. Dolayısıyla 50’lilerin başında bizim aileden üç kişi orada olduğu için tabii.. Sizde sınav yoktu değil mi?
Betûl M.: Sen benden çok ufaksın yavrum. Sen gencecik çocuksun!
Nuri Ç.: Yok canım. Aramızda hepsi hepsi 15 sene var.
Betûl M.: Benim senelerimde savaş yeni yeni çıkmış vaziyette. Ablamla beraber götürdü annem bizi ve zaten ablam orada okuyor. Beni alıyorlar. Ben biraz yaşımdan ufak bitirmişim ilkokulu.
Nuri Ç.: Peki, oraya gittiğinde ne bulacağını biliyor muydun?
Betûl M.: Belki bilmende yarar var, ben dilsizdim. Dilsiz olarak okula sokuldum. İlkokulda birinci sınıfa girdiğimde zor konuşuyordum.
Nuri Ç.: Konuşma zorluğun mu vardı?
Betûl M.: Evet çünkü ailemde çeşitli diller konuşuluyordu, ben seçememişim.
Nuri Ç.: Aynı problemi benim kızım yaşadı. Benim kızım 6-7 aylıkken konuşmaya başladı sonra iki yaşına kadar tamamen sustu. İki yaşında ailede hep birlikte İngilizce konuşmaya başlayınca, bu uzun uzun cümleler kurmaya başladı.
Betûl M.: Ben Fransızca konuşuyormuşum mesela. Sonra Türkçe’ye döndüm ilkokulda. İlkokulu bitirdiğim zaman 11 yaşındaydım. Ben okula girdiğim zaman Kolej’de efsane olmuş bir kadın var, Miss Summers. O kadına götürdüler beni ablamla beraber. “Bu mu? Bu çok küçük” dedi. “Bana bir şeye söz vereceksin, o sözü verirsen seni alırım. Bu sene şeref öğrencisi olacaksın. İftihar listesine gireceğini söyle seni alayım” dedi. Ben perişan oldum bütün sene çalışmaktan. Tabii şeref öğrencisi oldum, kadına söz vermiştim. 46’da mezun olduğumda 18 yaşındaydım. Onun için çok iyi oldu bana, gencecik bitirdim.
Nuri Ç.: Benzer tecrübeler. Biz tabii Kolej’e girme yaşımıza geldiğimizde, Kolej o zaman çok ilgi duyulan bir okuldu ve ciddi bir sınava girerdik.
Betûl M.: Savaş ne haldeydi?
Nuri Ç.: Ben savaşın sonunda doğdum, 43’lüyüm. Savaş bitmişti, ben 54’te girdim Kolej’e. Her şey bitmişti. Siz savaşın içinde okudunuz.
Betûl M.: Atatürk öldü ben o sene girdim okula. Perişandık. Atatürk öldüğünde biliyorsun 19 kişi öldü kalabalıkta, bir tanesi bizim Kolej’den mezundu.
Nuri Ç.: Öyle mi?
Betûl M.: Bir araba verdi bize büyükbabam o araba ailenin kızlarını alıp okula götürüyordu. O araba ile gelen kızın ablasıydı ölen.
Nuri Ç.: Gündüzlü okumak çok az insanın yaptığı bir işti çünkü İstanbul’da
o zaman ulaşım zordu.
Betûl M.: Tramvay ayol tramvay!
Nuri Ç.: Beşiktaş’tan ötede oturanlar yatılıydı.
Betûl M.: Biz Cihangir’den geliyorduk. Şimdi Cihangir’den yola çıkıyoruz, caminin yanından aşağıya iniyoruz, biraz merdiven, biraz böyle koşarak yani... Böyle böyle ölü sıçanlar var önümüzde... Koşturuyoruz, aşağıya iniyoruz. Gelen tramvay o kadar kalabalık ki... Tramvaya biniyoruz, Eminönü’ne gidiyoruz. Dönüyoruz tekrar gidiyoruz.
Nuri Ç.: Ondan sonra da Arnavutköy’de Kız Koleji’nin yokuşunu tırmanıyordunuz yürüyerek.
Betûl M.: Bir şey anlatacaktım.
Birkaç kere daha anlattım. Tramvay Dolmabahçe’ye geliyor. Atatürk yatıyor içeride. Tramvay büyük kapının önünde yavaşlıyor. Koşturarak biletçi gidiyor, o beyaz kapının üzerinde bir kağıt asılı.
“Dün gece iyi uyudu” yazıyor. Koşturarak geliyor, “İyi uyumuş dün gece” diyor herkes bağrışıyor. Başka bir gün “Ne oldu?” diyoruz suratı asık “Dün gece çok ateşlendi” diyor. Herkes ağlıyor. Bir gün adam oraya yığıldı. “Ölmüş” dedi.
Nuri Ç.: Her gün kağıt asılıyor kapıya. Cumhurbaşkanlığı’nın resmi tebliği. O zaman radyo falan yok...
Betûl M.: Hiçbir şey yok canım. Biletçi var işte... Şimdi bak ne zaman vefat etti. 10 Kasım. Eylül’ün sonunda başladı. 1.5 ay biz bu sağlık raporunu takip ettik.
Nuri Ç.: Okulda gündüzlü sayısı çok muydu az mıydı?
Betûl M.: Gündüzlü azdı.
Nuri Ç.: Bizim dönemimizde yarı yarıyaydık. Yatılılar ve gündüzlüler olarak. Bir arkadaşımız vardı Etiler’de oturuyordu. Etiler o zaman yeni açılan bir mahalle. Etiler’den Robert Kolej’e gelmek için o zaman ring seferi yapan bir otobüs vardı. Etiler’den Levent’e geliyorsun. Sonra ikinci bir ring seferiyle Taksim’e gidiyorsun. Taksim’den T-40 otobüsüne biniyorsun. Sahilden Bebek’e geliyorsun oradan gidiyorsun. Bu 54-55 seneleri. İki saat sürüyor. Hemen arkamızda domuz çiftliği vardı. Boğaziçi Üniversitesi’nin kuzey kampüsü denen yerde. Çiftliğin etrafında müthiş agresif köpekler vardı. Arka kapıdan geçmek istersek hepimiz kol kalınlığında büyük sopalarla giderdik, köpek saldırısına uğramayalım diye. O yüzden çoğu öğrenci yatılıydı. Sizin döneminizde kızlarla erkeklerin arasındaki ilişki nasıldı?
Betûl M.: O zamanlar erkek tarafıyla kız tarafı arasında buluşmalar yapılırdı.
Nuri Ç.: Okulun gözetiminde çay yapılırdı. Müzik var mıydı?
Betûl M.: Pikap falan vardı ama sonradan çıktı.
Nuri Ç.: Bizde pikap vardı işte. Biz
11 yaşındayız. Kızlarla oğlanları kaynaştırmak için, Arnavutköy’deki kızlar da bizim yaşıtımız, parti yapılırdı. Senede üç defa falan. Cumartesi günü öğleden sonra parti cimnastikhanede yapılırdı. Orada Amerikan halk dansları yapılırdı çünkü orada kadın-erkek arasında fazla ilişki yok, mesafe var. Sonra bu partiler giderek ciddileşmeye ve romanslar falan yaşanmaya başladı ama sizin zamanınızda ortak aktiviteler vardı değil mi?
Betûl M.: Bizim okula gelip hocalar seçmeler yaptılar. Biliyorsun ki dilsizdim, kekemeydim, nefes alıp da konuşabilirdim. Beni seçmeleri müthiş bir şeydi. Bana bir şans tanınmış, daha çok çalışmaya başladım. Çok çalıştığım için birçok görevi bana verdiler “Sen onu da yapıver” gibi. Beni pişirdiler. Aslında bana çok büyük iyiliği dokundu bunların.
Nuri Ç.: Şimdi tabii Kolej’in en önemli tarafı bizi hayata hazırlamasıydı. Hayatın içine savuruyor, konuşmayı öğreniyorsun. Sizde konuşma dersi var mıydı?
Betûl M.: Aldım ben onları. Tabii ki ben birinci oldum. Çünkü herkes normalde lak lak ederken ben elimde kalem kağıt bir şeyi daha nasıl söyleyebilirim diye çalışıyordum.
Nuri Ç.: Yani çekinmeden kendini ifade edebilmek. Hayatta bana en çok gelecek sağlayan eğitimlerden biriydi bu.
“Mısır’da dizanteri oldum geri döndüm buraya”
Betûl M.: Biliyor musun benim babam
İş Bankası’nın müdürüydü. Babam Mısır’a tayin edildi ve ben Mısır’a gittim. İskenderiye’deki şubeye tayin edildi.
Nuri Ç.: Savaşın ortasında mı?
Betûl M.: Ayol deli misin, 41 senesi diyorum sana. Felaket. Oradaki hoca bize annem anlasın diye Türkçe “Yahu siz resmen tavadan ateşe atlıyorsunuz” dedi. Ve biz ateşe atladık. Kalktık gittik hudutlar kapandı.
Nuri Ç.: Sen Mısır’a gittiğinde ailenin bir kısmı var mıydı orada?
Betûl M.: Evet büyükannem orada. Mısırlıyız biz. Babam da onun için oraya tayin ediliyor. Dolayısıyla orada tanınıyor, fevkalede parası var, hiçbir problemimiz yok, pamuk harpten dolayı yükselmiş...
Nuri Ç.: Ama savaşın eli kulağında.
Betûl M.: Mısır’da Alman taraftarı çok adam var tamam mı. Bunlar geliyorlar diye bekliyorlar. Gelen giden yok, Bingazi’deler. “Duyuyoruz, geliyorlar” diyorlar. Tabii sabahlara kadar sığınaklarda oturuyoruz, bombalanıyoruz, kıyametler kopuyor.
Nuri Ç.: Sonra döndünüz mü savaştan?
Betûl M.: Oradaki okula koydular bizi. Çok iyi bir İngiliz okulu. Sonra ben dizanteri oldum. Ölümden döndüm. “Ben dönmek istiyorum” dedim. Gece uyumuyorsun, gündüz okul yok yaz
olduğu için, bütün gece Almanlar geliyor bombardıman ediyorlar limanı ve dönüyorlar. Biz de sığınakta oturuyoruz. Kolej’e döndük ve tekrar girebilmek için imtihana girdik.
Nuri Ç.: O kadar benzer hikayelerimiz var ki. Ben 1954’te girdim. Okula girdikten bir ay sonra akut apandisit oldu. Paldır küldür hastaneye gittim. Ameliyattan sonra “Annen baksın sana” diye İzmir’e gittik. Döndüm geldim. Okulda bir ay daha okudum. Martın ortasında Albert Long Hall’dan kendi sınıfımın olduğu binaya giderken çocuklar beyzbol oynuyorlar. Beyzbol topu kaçtı, topu yakaladım attım çocuklara ama çok yaklaşmışım. Kafama bir beyzbol sopası geldi. Kendimi yere attım. Kolum kırıldı, kafada çatlak. Netice itibariyle o senenin geri kalan aylarında biz aileyle İngiltere, Amerika, Fransa’yı gözümü kurtarmak için dolaştık. Türkiye’ye döndük. Okula gittik, okuldakiler dedi ki “Senin imtihana girmen lazım” İzmir’de bir hoca bulduk, Cambridge’den mezun. Geldim, eylülde sınava girdim. Sınavı geçtim ve Hazırlık 2’ye geçtim. Yani ikimiz de böyle molalı bir şekilde başlamışız okula.
Betûl M.: Gözün iyi midir?
Nuri Ç.: Bir tanesi görüyor. Bu başka bir hikaye!
“Dergide çalışırken yanımda esmer bir adam oturuyordu. Adı Bülent Ecevit’miş”
Nuri Ç.: Peki sinemaya falan gider miydiniz okuldayken?
Betûl M.: Daha sonraları. Cumartesi pazar giderdik. Pazar sabah 11’de buluşulup hep beraber Melek Sineması’na gidilir balkondan izlerdik.
Nuri Ç.: Melek Sineması dediğin şimdi tartışma konusu olan Emek Sineması.
Betûl M.: Evet, Emek Sineması. Onun köşesinde Saray vardı, karşısında Alkazar. O zaman Alkazar’da korku filmleri vardı. Elhamra vardı. Elhamra’yı bilir misin sen?
Nuri Ç.: Tabii, Elhamra’yı
çok iyi bilirim.
Betûl M.: Sonra tiyatro oldu.
Nuri Ç.: Peki Kolej’de enteresan işlere girdin ve bu işler seni geleceğinle ilgili ilginç yerlere taşıdı. BBC’deki televizyon eğitiminden TRT’ye kadar...
Betûl M.: Bir defa İzlerimiz dergisi vardı... Robert Kolej’de yayımlanan edebiyat dergisi. Yazı yazıyorsun. İzlerimiz’de çalıştığın zaman gelen bütün yazıları okuyorsun ve karar veriyorsun hangisi iyi hangisi kötü diye.
Nuri Ç.: O zaman Türkiye’de en eski süreli yayın olarak hayatını sürdürmüştü.
Betûl M.: Yazarların arasında ben en sorumluyum. Yanımda bir adam oturuyor. Esmer bir adam. Adı Bülent Ecevit. Mesela benim böyle bir şansım oldu.
Nuri Ç.: Ve de Rahşan abla...
Betûl M.: Tabii Rahşan... Herkes beraber... İlk ne zaman tanıştık hatırlıyor musun? Sen Londra’daydın...
Nuri Ç.: Ben Londra’daydım. Oğlun Ömer Dormen’in Castrol için çok hızlı bir şekilde bir film yaptırması lazımdı. Ömer Londra’da okuyordu. Senin alt üst sınıflarınızda Rahşan Ecevit, Bülent Ecevit, Ahmet İsvan, Mehmet İsvan...
Betûl M.: Mehmet sınıfımdaydı.
Nuri Ç.: Ondan sonra Altemur Kılıç. Altemur Kılıç oyun yazarlığı yapıyor. Oyunu ekip sahneye koyuyordu.
Betûl M.: Ben de oyunun akışına yardımcı olurdum. Rejisörün yanında çalışırdım.
Bir gün rejisörün yanında duruyoruz arkada mavi süeterli bir çocuk oturuyor. “Bu çocuk hoş bir çocuk, nedir adı?” dedim “Haldun” (Dormen) dediler.
“Ne yapıyor burada?” dedim. “Oynuyor” dediler. “Peki alalım o zaman” dedim.
Nuri Ç.: Sonra evlendiniz onunla. Ben de hazırlıkta okuyorum. Öğleye kadar bizim dersler. Dersten çıkıyorum koşarak tiyatroya gidiyorum. Tiyatroda Engin Cezzar, Çiğdem Selışık... Bunlar “Othello”yu sahneye koyuyorlar. Shakespeare İngilizce’siyle. Ben hazırlık
1’deyim o zaman Kolej’in
tiyatrosu çok kuvvetliydi. Ondan çok genişçe bir kültür aldık.
“Halkla ilişkiler Türkiye’ye 68’de girdi. Şimdi kaç kişi para kazanıyor bundan”
Betûl M.: Ben 55’te gazeteci oldum. Tercüman’da çalıştım. Aradan seneler geçti. Haldun’la evlendim biraz tiyatroda bir şeyler yaptım. Sonra Yeni Sabah gazetesinde çalışmaya başladım. Patronum Hakkı Devrim’di. Sonra radyoya geçtim, TRT’ye. Patronum Turgut Özakman’dı. Beni aldılar BBC’ye gönderdiler, geri geldim. Televizyon dersi verdiler. Patronum Semih Tuğrul’du.
Nuri Ç.: Semih Tuğrul’u bu genç kuşaklar unuttu biliyor musun? Bir zamanlar Türkiye’nin en önemli sinema eleştirmeniydi.
Betûl M.: Sonra geldim İstanbul’a çocuklarım burada diye. İstifamı verdim TRT’den. İş arıyorum, Akbank’a gittim. Akbank’ta Ahmet Dallı Bey var,
İş Bankası’ndan. Babam da İş Bankası’ndan. Ona gittim “Ahmet Bey iş arıyorum” dedim. “Ben birini arıyordum. Çok iyi oldu” dedi. “Akbank’ta 3 bin kişi çalışıyor. Ben adama bir şey söylüyorum azarlıyorum zannediyor, ağlayarak çıkıyor. Ben sana söyleyeyim. Sen ona söyle, o sana söylesin, sen bana söyle” dedi. “Bu mesleğin adı ne acaba?” dedim. “Yeni bir meslek türedi, adını bilmiyorum, bir dakika” dedi. Telefonu açtı. “Ben Fransızca’sını biliyorum ‘Relation publiques’ dedi. Gittim Amerikan Konsolosluğu’na baktım bu işin adı “Public Relations” imiş. Hoşuma gitti ya. “Yapabilirim“ dedim. 68’in 10 Mayıs’ında halkla ilişkiler Türkiye’ye girdi. Şimdi kaç kişi para kazanıyor bundan.
Nuri Ç.: O dönem Amerikan Konsolosluğu Tepebaşı’nda. Aşağıda Amerikan kütüphanesi var. Gidiyorsun, içeri giriyorsun, Amerika’da çıkan bütün dergiler, kitaplar... National Geographic, Time ne istiyorsanız var. Türkiye’ye gelmeyen dergiler oradaydı. İnsanların ufkunu geliştiren muazzam bir yerdi orası.
Betûl M.: Tabii o zaman internet yok. Alıyorsun notlarını, eve geliyorsun ve çalışıyorsun.
Nuri Ç.: Fotokopi makinesi yok. Hiçbir şey yok. Ben bunları kızıma anlattığımda kızım yüzüme bakıp “Su var mıydı baba” diye soruyor. Hakikaten bu saydığım şeyler şimdi herkesin hayatında su kadar doğal bir şekilde var.
“Almanlar sınırda olduğu için Edirne’de iki sene kar fırtınası raporu verilmiş”
Nuri Ç.: O zamanlar hiçbirimiz birimize babası
ne iş yapar, annesi nereden gelir, dini nedir, mezhebi nedir bilmezdik.
Betûl M.: Benim zamanımda Varlık Vergisi oldu.
Nuri Ç.: Siz Türkiye’nin en çalkantılı döneminde okudunuz.
Betûl M.: Savaşta oradayım, Varlık Vergisi’nde oradayım. Sonra Missouri Zırhlısı geldi de eğlence oldu.
“İyisiyle kötüsüyle çok renkli bir dönemi yaşadık”
Nuri Ç.: Missouri zırhlısı değil mi? 2. Dünya Savaşı bittiğinde, Washington’daki büyükelçimiz Münir Ertegün, Ahmet Ertegün’ün babası öldü. Tam da o sırada, Sovyetler Birliği, Türkiye’den toprak talebinde bulunuyor. “Kars’ı, Ardahan’ı bize geri verin” diyor. 2. Dünya Savaşı sonrasının sıkıntısını yaşıyor Türkiye. Amerika o noktada Türkiye’ye destek verdiğini göstermek için Büyükelçi Ertegün’ün cenazesini
2. Dünya Savaşı’nın en ünlü gemisi, Pasifik Savaşı’nı kazandırmış, Missouri zırhlısına koydular, onunla İstanbul’a geldi. Amerika’nın bu girişimi üzerine Türkiye’de bir şenlik başladı. Amerikalı denizciler geliyor diye. Genelevler badana yaptırıldı. Genelevde çalışan kadınlar polis marifetiyle hamamlara gönderilip yıkandı. Kuaförlere saçları yaptırıldı. Her tarafa “Fresh beer, good girls” diye tabelalar asıldı. Türkiye’nin iyisiyle, kötüsüyle çok renkli bir dönemini yaşadık.
Betûl M.: Ben ilk kahveyi
55 senesinde falan içtim. Hep savaşta fındığın kabuğunu çekiyorlardı kahve niyetine. Kahve yok. Şeker karneyle. Ekmek karneyle...
Nuri Ç.: Nüfus kağıtlarımızda hâlâ damgaları var. “Ekmek karnesi verilmiştir”, “Kumaş
karnesi verilmiştir” diye...
Her şey karneyle...
Betûl M.: Hepimizin pencerelerinde lacivert perdeler var, çünkü her an gelebilirler. Birazcık da geldiler ve döndüler gibi. Haberler var her gün radyoda. Hava raporları var; “Bugün gene Edirne tarafında çok büyük bir kar fırtınası bekleniyor”. Yalan. İnönü her gün öğle yemeğinden önce topluyor radyocuları hava raporu yazıyorlar. Herkese haber gönderiyorlar. Nedir durum, ne yapalım? Kötü.
Peki. “Yarın yollar kapanacak maalesef çok büyük bir
kar fırtınası var...” İki sene böyle sürdü.
Nuri Ç.: Almanların büyük hedefi de Rusya’ya saldırmak. Yunan sınırıyla Bulgar sınırının karşı sınırında bütün Alman tankları dizilmiş harekate geçmeye hazırlanıyor.
Betûl M.: 86 yaşındayım ya, ben bunu 50 sene önce falan öğrendim. Ben bu hava raporunu bilmiyordum. Almanlar’a yanıltıcı bilgiler veriliyordu radyo aracılığıyla.
Nuri Ç.: Amerikalıların gelişiyle birlikte blue jean’ler geldi. Loafer’lar geldi. Amerikan peyniri adı altında cheddar geldi. Bazuka cikleti geldi. Coca Cola’lar geldi. Bir de biz Kolej’deyken bu Amerikan donanması gelince sınıfın en uslu, akıllı, terbiyeli çocukları sıraya sokulup Amerikan gemilerini ziyarete götürülürdü. Bundan 10-12 sene sonra da odunu eline kapan Amerikalıları döverek denize döktü.
Betûl M.: Burdan buraya geldik.
Nuri Ç.: 180 derece.
Millet ilk önce güle oynaya Amerikalıları karşılıyordu, 46’da. 1966’da, 20 sene sonra, şanlı 6. filo direnişiyle bütün Amerikalıları denize döktük!
Betûl Mardin ile Nuri Çolakoğlu Nişantaşı Brasserıe’de buluştular
Betûl Mardin somon fümeyi tercih ederken, Nuri Çolakoğlu ise 29 usulü köfte yedi. Brasserie’nin spesiyalitesi orman meyveli milföy ise tatlı olarak geldi.