'Kadına yönelik şiddet' konusunda bize düşen görev ne?
Her gün yeni bir 'kadına şiddet' haberi ile uyanıyoruz. Hatta daha uyumadan yenisini duyduğumuz bile oluyor. Bu noktada bize düşen yazılarla, konuşmalarla, sanat eserleriyle, filmlerle yani bütün ifade ve iletişim olanaklarımızla bu konunun farkındalığını elimizden geldiğince artırmaktır...
Her gün yeni bir 'kadına şiddet' haberi ile uyanıyoruz. Hatta daha uyumadan yenisini duyduğumuz bile oluyor. Dinlemeye, okumaya, yazmaya ve üzülmeye bile gücümüz zar zor yetiyorken, durdurmak için maalesef bir türlü gücümüz yetmiyor. Yazımın başında 'kadına şiddet' dedim ve tahminimce hepimizin gözleri önünden her gün okuduğumuz aynı isimler, katledilen aynı yüzler geçti. Oysaki ben ‘'kadın cinayeti' dememiştim. Gerek sosyal medya gerekse haberler aracılığı ile 'cinayet eylemi' o kadar normalleştirildi ki şiddet çizgisi üzerinde ara basamakları göremeden en üste çıkar olduk. Ve aslında o göremeden atladığımız her basamak bizi tek tek yeni ölümlere götürdü. Yani bu durumda ‘"Şiddet, ancak ölüm ile sonuçlanıyorsa şiddettir yoksa değildir!’" demeye başladık.
Zararsız gibi görünen o atasözleri...
Dilimize yerleşmiş zararsız gibi görünen, bölgelere yayılan, önemli gördüğümüz bazı atasözlerimiz, deyimlerimiz ve deyişlerimiz vardır. Mesela "Kızını dövmeyen dizini döver" ya da "Dayak cennetten çıkmadır" gibi. İşte bu cümleler belki de kadınların ölümüne giden yolda karşımıza çıkan ilk kültürel ögelerdir. Kız çocuğuyla baş etmenin, onu kontrol etmenin yolu cennetten geldiği söylenilen dayaktır. Hani çocuk yaşta rızası dışında evlendirilen, töre gereği öldürülen, tecavüz edilen, yakılan, kafası kesilen kadınlarımız var ya işte onları durdurmanın yoludur dayak. Üstelik her zaman da bunun için geçerli bir sebep vardır (!) Şort giymiştir mesela o kadın, zayıf vermiştir öğrencisine, görüşmek istememiştir babasıyla, boşanmak istemiştir kocasından, başka bir erkekle mesajlaşmıştır... Ufak tefek tartışmalar bir anlık cinnetle sonuçlanmıştır. Kızını dövmeyen, zamanı gelince onu kendi elleriyle mezarına götürmüştür. Bütün olaylarda hep bir cinnet ve kaza mevcuttur. Böyle okuduğumuz zaman ne kadar tanıdık senaryolar bunlar değil mi? Üstelik okumamıza gerek yok zaten televizyonlarda, sosyal medyada yeterince görüyoruz. Gülse Birsel’in dediği gibi zaten televizyonlarda yapılan iş, kadına yönelik şiddetin pornosu haline dönüştü. Çünkü talep burada ve cepler bununla doluyor. Ve bütün bunlar şiddeti meşrulaştırmaktan başka hiçbir işe yaramadığı gibi bir de inkâra dönüşüyor. Kadına şiddetin temsilleri, bizim televizyonlarımızda olduğu gibi; ABD, dünya sineması ve televizyon dizilerinde de öne çıkmaktadır. Fakat kadın haklarının geliştiği ülkelerde bu öne çıkma, daha çok eleştirel bir nitelik taşımakta ve genellikle de bu tür sahneler kadına yönelik şiddetin eleştirisini barındırmaktadır. Oysa aynı sahneler kadın haklarının geri olduğu ülkelerde sahnelendiğinde, yaygın şiddet kabulünü sıklıkla doğallaştırma ve devam ettirme işlevini görebilmektedir. Şiddetin temsili, belli mesafe ve eleştirellikle bile olsa gündelik hayata, yani evlerimizin içine girdiğinde bu şiddetin doğallaşmasına katkı yapan en önemli nedenlerden biri olabiliyor.
Kadın ve erkeğin birlikte yaşadığı yerlerde ve en başta aile ortamında şiddet, ilk olarak olasılık şeklinde kendini hissettirir. Gündelik hayatın içindeki, kaçınılmaz olan, dolayısıyla tekrarlanacak olan belli durumlar kendiliğinden sanki doğal olarak şiddet tepkilerini doğurmaktadır. Bu en ufak hitap şekillerinde, ses yükselmesinde bile kendini gösterebilir. Dolayısıyla normal ya da sakin denilecek toplu, kalabalık ortamlar, şiddet olasılığını her an barındırır diyebiliriz. Şiddet eylemleri böyle ortamlarda, egemen konumdaki erkeklerin ruh hallerine, keyiflerine kalmış durumdadır. Bu gibi zamanlarda vicdan denilen olgu kendini ortadan kaldırır ve erkeğin ses tonundaki artış bile aslında şiddet anlamını taşır hale gelebilir.
Büyük krizleri düşünelim...
Gündelik hayatı bizimki gibi olan bir toplumlarda kadına olan şiddet genel olarak normal görülen, kavgasız, gürültüsüz zamanların da farklı bir açıklamasıdır. Durum böyleyken bir de büyük krizlerin olduğu ortamları düşünelim. Elbette ki barut fıçısı gibi sözde normal ortamlarda bu tür büyük krizler; boşanmak isteme, eve geç gelme, evi ihmal etme vs. durumları, büyük parlayışlara neden olmaktadır. Bu açıdan şiddet, insanın yıkıcı hayvani içgüdülere teslim olmasıdır denilebilir. Ardından sadistçe süreçler devreye girer. Elbette geleneksel ahlakın biçimleşmiş modelleri bu içgüdüsel şiddete ideolojik doğrulamalar, meşrulaştırmalar getirmektedir. Burada insanın hayvandan farkı iyice ortaya çıkar. Hayvan, şiddetini birtakım 'ahlaki', töresel referanslarla doğrulamaz ve yine hayvan ahlakı ortaya atarak böyle bir iki yüzlülüğe girmez.
Bu noktada bize düşen yazılarla, konuşmalarla, sanat eserleriyle, filmlerle yani bütün ifade ve iletişim olanaklarımızla bu konunun farkındalığını elimizden geldiğince artırmaktır.