Kültür SanatYanağımda patlayacak okkalı tokattan hep korkmuştum

Yanağımda patlayacak okkalı tokattan hep korkmuştum

30.07.2021 - 07:00 | Son Güncellenme:

Müze gezisini bir başka sefere bıraktık ve kaleden öğle saatlerinde ayrıldık. Ayrılmadan önce bol bol Kale fotoğrafları çekmiştim. Bu fotoğrafları Amerikan Hastanesi’nde görev yapan doktor arkadaşım Kenan Sezer’e gösterecektim. Çünkü Kenan, Bodrum Kalesi fotoğrafları biriktiriyordu. Böyle bir hobisi vardı. Bugün randevulaşmıştık. Ona uğrayacaktım, omuzumu kontrol edecekti.

Yanağımda patlayacak okkalı tokattan hep korkmuştum

 

Öğle yemeğimizi yedikten, kahvemizi içtikten sonra Zühre, Muğla’ya gitmek üzere ayrıldı. Bodrum’da yalnız kalmıştım. Saat ikiye geliyordu. Amerikan Hastanesi’ndeki randevum saat üçteydi. Bir saatim daha vardı.

Haberin Devamı

Kale’nin yakınlarındaki Denizciler Derneği’nin kafeteryasında oturup kendime çay söyleyip, üzümlü bir kek ziyafeti çektim. Sonra yavaş yavaş hastaneye doğru yürümeye başladım. Doktor arkadaşım beni kapıda bekliyordu. Çok nazik ve disiplinli biriydi.

“Yahu komiserim nihayet, şükür kavuşturana… Yani vurulmasan görüşeceğimiz falan yok yani…” diyerek coşkuyla karşıladı.

“Çok haklısın Kenan. Ama biliyorsun bizim işleri, aynı sizin işler gibi yoğun. Başımızı kaşıyacak zamanı zor buluyoruz.”

“Haklısın, gel otur şöyle şu omzuna bir bakalım.”

Kenan bir acil doktoruydu. Ama çok bilgili ve başarılı bir doktordu. Eğer kendisi konuya hakim değilse, sizi mutlaka en iyisine yönlendirirdi. Yani doğru doktoru bulmanıza yardım ederdi. Kenan omzuma baktı. Film çekilmesini istedi. Filmler çekildikten sonra da, “Kurşun omuzundaki kemiği biraz zedelemiş, neden alçı yapmaya gerek görmemişler, anlamış değilim.”

Haberin Devamı

***

“Gerek var mıydı?”

“Yani eğer çok hareket etmeyip kollarını omuzunu çok hareket ettirmezsen belki gerek yok ama iyileşmesi biraz zaman alır. Alçı iyileşmesini hızlandırır. Sizin meslek düşünüldüğünde daha iyi olurdu bence.”

“Peki alçı yapmaya gerek var mı şu anda?”

“Eğer çok fazla hareket ettirmeyeceksen yapılmayabilir. Ama yok ben çalışıyorum, hareket etmek durumundayım diyorsan bence yapılmasında fayda var.”

“Bir düşüneyim o zaman. Seni arar söylerim.”

“Tamam komiserim. Sen nasıl istersen. Ama bence yaptır. Şimdi ben biraz şu yarana pansuman yapayım, biraz temizleyeyim yaranın çevresini, olur mu?”

“Teşekkür ederim.”

“Ne demek, arkadaşıma küçük bir yardımımın dokunması beni mutlu eder.”

Pansumandan sonra Kenan ile hastanenin kafeteryasına gidip kahve eşliğinde biraz sohbet ettik. Eski günleri yad ettik. Kenan ile Zonguldak’ta çiçeği burnunda adli tabip yardımcısı olarak görev yaparken tanışmıştık. Dostluğumuzu bugüne değin aralıksız sürdürdük. Bir araya gelemesek de en azından önemli günlerde sık sık mesajlaşır, halimizi hatırımızı sorardık. Sonra Kenan’a Kale fotoğraflarını göstermeye başladım. Çok beğendiği iki fotoğrafı ona gönderdim. Çok sevindi mutlu oldu. Eğer fırsat bulabilirse bir Kale fotoğrafları sergisi açmayı düşünüyordu. Becerebilirse çok mutlu olacağını söylüyordu.

Haberin Devamı

Cep telefonumda fotoğraflara bakarken bir başka fotoğraf dikkatimi çekti. Ömer Akbaş’ın evinde çekmiş olduğum bir broşür fotoğrafı vardı. Broşürün üzerine iliştirilmiş notta büyük harflerle “CCL” yazıyordu. Bunun ne olabileceğini sordum Kenan’a. Kenan baktı. Burası Amerika’da bir yer. Oregon Sağlık ve Bilim Enstitüsü’nün bir broşürü. Ama CCL ne anlama geliyor, bunu bilmiyorum dostum.”

“Anladım.”

“Ama istersen sorar öğrenirim. Yalnız soracağım kişi burada değil. Sanırım yarın burada olur. Sorar sana dönerim, ya da mesaj atarım.”

“O kadar acil bir şey değil. Ne zaman istersen, sadece merak ettim.”

“Siz dedektifler mesleğiniz gereği meraklı olursunuz zaten.”

“İşimiz bu, ne kadar çok merak o kadar çok bilgi demek Kenancığım.”

“Haklısın, bizim meslek için de öyle aslında…”

Kenan’ın beğendiği ama ayıp olur diye istemediği birkaç fotoğrafı da onun whatsapp’ına gönderdikten sonra izin isteyerek ayrıldım. Daha sık görüşmek üzere birbirimize söz verdik.

Haberin Devamı

Saat akşam beşe geliyordu ve Bodrum’da ekipten benden başka kimse kalmamıştı.  Oteldeki odama gidip eşyalarımı toparlayıp çantaya koydum. Artık burada otelde kalmak, biraz yüzsüzlük olacaktı. Amir otel hesabını kapatın dememişti ama sanırım nezaketinden olsa gerekti. Diğer herkes eşyalarını alıp Muğla’ya dönmüştü. Benim burada bir gün daha kalmam doğru olmayacaktı. Gerçi akşam olmuştu artık. Bir gün daha kalınabilirdi ama yine de ayrılmaya karar verdim. Bir ara Kenan’a söylediğim bilgiyi internetten araştırmak istemiştim ama bir an önce fazla geç olmadan gitmek iyi olacaktı. O bilgilere evde de bakabilirdim. Ayrıca evde kendime güzel bir ortam hazırlayıp raporumu daha rahat hazırlayabilirdim.

Ancak araba kullanmaktan omzum yine sızlamaya başlamıştı. Acaba Kenan’ın dediğini mi yapsaydım? Omzumu alçıya aldırmak gerektiğini söylemişti. Mutlaka doğruydu dediği. Aksi takdirde bu ağrı hiç iyileşmeyecekti böyle devam ettiğim takdirde. Direksiyon kullanmak bile zararlıydı. Toplantıdan sonra Muğla’da tedavi gördüğüm hastanedeki doktorla konuşup, o da gerekli görürse omzumu alçıya aldıracaktım. Sonunda bir karara vardığım için memnundum.

Haberin Devamı

Ağrı ve sızılarla kendimi eve zor attım. Ne rapor yazacak, ne de herhangi bir şeyi araştıracak halim kalmıştı. Barbaros aklımdan hiç çıkmıyordu. Dün onu kaybetmiştim. Merak ettiğim şuydu. Acaba Seza ateş etmeseydi ve ben yürümeye devam etseydim Barbaros beni vuracak mıydı? Eğer vuracaksa beni öldürmesi gerekiyordu. Çünkü onu tek tanıyan bendim. Gerçi sonunda yakayı ele verirdi o başka mesele. Ama o neler düşünüyordu acaba o anda? Yırtabileceğini mi? Bir arkadaşını vurduktan sonra hayatına devam edebilecek miydi?

“Acaba Barbaros beni vuracak mıydı?” sorusunun yanıtını hiçbir zaman öğrenemeyecektim. Bu soru belki ömrümün sonuna kadar beynimi kemirip duracaktı.

Babamın sevgili Barbaros’u. Babam onu adından ötürü değil sadece, annesinden yani önceleri aşık olduğu kadından ötürü, ayrıca Barbaros çok sevimli, ele avuca sığmaz bir çocuk olduğu için de çok severdi.

O babamın Barbaros’u, ben ise arkasından gelen Hayrettin’iydim onun için. Bazen onu benden daha çok sevdiğini düşünür gizli gizli ağlardım. Ama işin komik tarafı Barbaros’u ben de çok severdim. Babama, “Barbaros’u benden çok mu seviyorsun?” diye hep sormak istemiştim ama bir türlü cesaret edememiştim. Yanağımda patlayacak okkalı bir tokattan hep korkmuştum.

Bir bayram gününde babamın elini öptüğümüzde babamın ona benden daha fazla para verdiğini görünce dayanamayıp hüngür hüngür ağlamıştım. Bunu gören Barbaros çok üzülmüştü ve parayı bana vermek istemişti. Babam ise beni kenara çekip, “Oğlum onların daha çok paraya ihtiyacı var. O nedenle ona daha çok verdim. Sana zaten hep veriyorum, öyle değil mi?” demiş, başımı okşamış beni yanaklarımdan öpmüştü.

Sonra da, “Sen benim biricik oğlumsun,” dediğinde ise akan sular durmuş, rahatlamıştım. Sonra gidip Barbaros’tan özür dilememi istemişti babam. Ben de dediğini yapıp özür dilemiştim Barbaros’tan. Her şey tatlıya bağlanmıştı; sonra da güle oynaya bayram ziyaretlerimize devam etmiştik.

Nasıl unutabilirdim o güzel günleri. Şimdi hiçbiri yok artık. Bambaşka yerlerdeler. Benim bilmediğim, sadece onların bildiği… Belki Barbaros, annesi ile babamın yanında mutludur şimdi. Gözyaşlarıma engel olamıyordum.

Ve şu karara vardım. Ömür boyu düşünmeye dayanamazdım. Barbaros beni asla vurmayacaktı. Sadece korkutmak istemişti. Ama tabii Seza Komiser bunu bilemezdi. O bir polis olarak görevini yapmış, benim hayatımı kurtarmıştı.

Karısının sözleri aklıma geldi. “Neden götürdün Hayri onu çatışmanın içine? Önemli olayların hepsinin canı cehenneme, o olmadıktan sonra…”

Nilüfer’in bu sözleri taş gibi yüreğime oturmuştu.

Ah be Barbaros! Bunları kızın için yaptığını bilselerdi inan seni affederlerdi be oğlum! Ne gerek vardı bu dünyadan çekip gitmek için bu kadar erken davranmaya… Kızını birlikte iyileştirmenin bir çaresini bulabilirdik… Nasıl mı? Bilmiyorum be Barbaros… Bulurduk bir çaresini, tıpkı çocukluğumuzda her şeyin çaresini bulmaya çalıştığımız gibi… Kızını kızım bileceğim sevgili kardeşim. Senin de dediğin gibi o benim de çocuğum, benim de kızım, benim de yeğenim… Huzur içinde uyu sevgili arkadaşım… Gözün arkada kalmasın…

***

20 Kasım Perşembe

Tam kadro eksiksiz toplantıdaydık ve amirin gelip katılımını bekliyorduk. Ömer Akbaş, kahya Kasım Topçu ile David’in ölüm ve Olay Yeri İnceleme’nin raporlarını bekliyorduk. Gerek Adli Tıp gerek Olay Yeri İnceleme, David Snyder’ın da raporlarını hızla inceleyip diğer maktullerin raporlarıyla birlikte gönderecekti. Hepimiz raporların okunmasından sonra bu dosyanın çözüleceğine inanıyorduk. Katilin de David olduğundan emin gibiydik.

Raporlar geleceği için de değerlendirme toplantısını bugüne ertelemiştik. Herkes hazırdı. Ertesi gün cenazeler toprağa verilecekti. David’in cenazesi ise, ailesinin isteği üzerine defnedilmek üzere İngiltere’ye gönderilecekti. Barbaros’un cenazesi ise ailesinin isteği üzerine memleketi Rize’ye götürülecek, orada babasının yanına defnedilecekti. Muğla Müzesi’nde bu sabah Barbaros için sade bir de tören yapılmıştı. Törene katılmış, arkadaşım için onu anlatan duygulu bir de konuşma yapmıştım. Rize’deki törene de katılmayı çok isterdim ama görev gereği ne yazık ki gidemiyordum. Hiç olmazsa buradaki törene katılarak arkadaşımı son yolculuğuna uğurlayabilmiş olmaktan mutluydum.

Güzide raporları getirmiş, hepimize birer nüsha dağıtmıştı. Raporda dikkat çeken noktaları okuyorduk.

Ömer Akbaş ile yardımcısı Kasım Topçu, sabaha karşı saat üç ile dört arasında şakaklarından birer kurşunla vurularak öldürülmüşlerdi. Olayda kullanılan tabanca 7.65 mm çapında Beretta marka bir tabancaydı. İki kurbanın da ağızlarında yeşil mandalinalar bulunmuştu. Ve notta da “Mandalinaları unutmadım” yazılıydı. Ömer Akbaş’ın cesedinin üzerinde kupa ası bir iskambil kağıdı bulunmuştu. Yapılan incelemede çekmecesinde bulduğum zarfın üzerindeki parmak izleri ile fotoğrafların arkasındaki yazılar da Ömer Akbaş’a aitti. Bilgisayar ve cep telefonu kayıtlarında herhangi bir bulguya rastlanmamıştı. Katil yine hiç iz bırakmamıştı.

Araplar Sokağı’nda resmi bir kazı kaydı bulunamamıştı. Müze yetkilileri yaptıkları incelemede, fotoğraflarda yapılan işin bir arkeolojik kazı olduğunu, çıkarılan numunelerin de kesin olmamakla birlikte tarihi eserler olabileceğini ifade etmişlerdi. Tarihi numunelerin Karya ya da Geç Roma dönemine de ait olmasının ihtimal dahilinde olduğu da raporda yer alıyordu. Radar görüntülerinin de yine emin olmamakla birlikte büyük olasılıkla toprak altındaki tarihi kalıntıları gösterdiği belirtiliyordu.

Bu arada fotoğraftaki kişilerden birinin Ömer Akbaş olduğu, diğerlerinin ise kimlikleri hakkında bir şey söylemenin pek mümkün olmadığı kaydedilmişti. Ama David Snyder olup olmadığının daha detaylı araştırılması için, maktulün gençlik fotoğraflarına ulaşılması gerektiği de not düşülmüştü.

Ömer Akbaş’ın yapılan incelemelerde öldürülen diğer maktullerle bir ilişkisinin olduğu belgelerden saptanamamıştı. Sadece askerliklerini aynı dönemde, aynı yerde yaptıkları ortaya çıkarılmıştı. Tanık ifadeleri de öldürülen dört kişinin eski yıllarda tanıştıklarını doğruluyordu.

ARKASI YARIN...

Yazarlar