Kültür SanatVestel & Milliyet Sanat Kahve Sohbetlerinde Bu Ay

Vestel & Milliyet Sanat Kahve Sohbetlerinde Bu Ay

17.12.2021 - 16:42 | Son Güncellenme:

Oyunculuk kariyerinin en parlak dönemini yaşayan Defne Kayalar, “Bir Başkadır”dan sonra dijital platformlarda peş peşe yayına girecek dizilerle gündemde. Kayalar, oynadığı her karakterin kendisine yeni sorgulama alanları açtığını söylüyor.

Vestel & Milliyet Sanat Kahve Sohbetlerinde Bu Ay

Röportaj : Asu Maro

Yapımcılıktan senaristliğe birçok alanda çalıştıktan sonra başlayan bir oyunculuk kariyeri onunki. Bu yüzden içinde olduğu işin her aşamasına hakim ve oyunculukta da sakin adımlarla her işte yükselen bir başarı grafiği sergiliyor. Berkun Oya’nın “Bir Başkadır”ının Psikolog Peri’siyle geçen yılın en çok konuşulan oyuncularından bir olan Defne Kayalar, şimdi de BluTV’de yayınlanacak “Affair” uyarlaması “Saklı”da aldatılan eş Beril olarak çıkacak karşımıza. Sırada yine Netflix dizisi “Kuş Uçuşu” ve Melisa Özer’in yönettiği sinema filmi “Aniden” var. Yola çıkarken sokakta “Med Cezir Sedef” diye çağrılan Defne Kayalar için birbirinden çok farklı karakterlerle dolu bir yıl başlıyor.

Size “Saklı” için teklif nasıl geldi? Öncesinde “Affair” izler miydiniz? 

Menajerim Yasemin Özbudun, bir süre önce “Affair” dizisi Türkiye’ye uyarlanacakmış, gönlümden kadını senin oynaman geçiyor, dedi. Ben her şeye “Olursa ne güzel, olmazsa daha güzel bir şey olacak demek,” gibi bakmaya çalışıyorum. “Affair” de izlememiş olduğum ama iyi bildiğim bir diziydi. Yasemin böyle bir şey söylediği için birinci bölümü izledim, sonraki bölümlere de hızlıca baktım ve “Evet, olsa ne güzel olur,” diye onu bir yere kaldırdım. Aradan aylar geçti ve Yasemin aradı dedi ki “Hakikaten istersen bunun için görüşeceğiz”. Ben de zaten o sırada hazırlıklıydım. Dizide sadece olaylara değil, duygulara da bağlı çok şey var. Sadece olaylara bağlı bir hikaye olduğunda, uyarlandığı zaman orijinali neyse aşağı yukarı onu yaparsın. Ama eğer biraz daha duygularla ilişkiliyse, yönetmen ilişkiyi nasıl kurarsa, ona göre tepki vereceğiz. Dolayısıyla üzerine düşünülecek çok şey var, yoruma açık. Ben de benim temsil edebileceğim yaş grubundaki kadınların iyi ya da kötü dillendirilmesiyle ilgili her rolü çok isterim. Dolayısıyla çok cazip geldi bana.

Nasıl bir uyarlama oldu peki? Bizim topluma göre değişiklikler var mı? 

Dili çok yerel özellikle. Uyarlamalarda Amerikanca Türkçesi gibi bir şey oluyor bazen. O cümle İngilizce’de anlamlı ama bizde hiçbir şey ifade etmiyor ya da soğuk. Burada Deniz Akçay bence müthiş iş çıkarmış. Herkesin çok diline oturabilecek, söylediğin anda gerçeğe dönüştürebildiğin cümleler var. Onun dışında da benim tarafım biraz daha sosyo ekonomik seviyesi yüksek bir aile. Zaten hayatlarını Avrupa’da yaşıyormuş gibi yaşamaya meraklılar. Tanıdığım, bildiğim bir aile. Hazar’ın (Ergüçlü), Rıfat’ın (Şungar) oynadığı taraf o anlamda daha kritik. Ama onlar da zaten kendi içinde dört erkek kardeş ve anneleri. At çiftlikleri var. Anadolu’nun ortasına koymadığındaki hikaye Şile tarafında geçiyor  o aile de öyle bir aile olur aşağı yukarı. Daha başka nasıl uyarlanır diye kafa yorulabilir ama Deniz’in çok tutarlı bir uyarlama yaptığını düşünüyorum.

Meslekler nedir, Beril ne yapıyor?

Dekorasyon mağazası var aile parasıyla açtığı. Kocası Ozan (Fırat Çelik) bir özel üniversitede öğretmen, ilk kitabını yazmış, ikinciyi yazmaya çalışıyor. Kızın babası yayınevi sahibi.

Orijinalinde baba da yazardı. 

Evet, daha Türkiye’de olabilir hale getirilmiş. Burada yazarlıktan o kadar zengin olmak bilim kurgu gibi bir şey olduğu için, popüler işler basan bir yayınevinin sahibi. Zaten parmakla gösterilen bir aile. O adamdan 15 tane daha yok. O yüzden olabilir diyorsun, mantığa ters gelecek hiçbir şey yok. 

Kocasının diğer kadınla ilişkisini karşılayışı bakımından Beril için ne söyleyebiliriz? 

Aldatmadan sonraki süreç içerisinde kendi fark etmiyor ama biz izleyerek anlıyoruz ki aslında Beril çok bencil bir yerden bu ilişkinin içinde. Terapiste gidiyorlar, orada söylediği şeylerle çok net görüyoruz. “Üniversiteden kiminle istesem beraber olabilirdim ama ben seni seçtim. Çünkü bu adam beni aldatmaz dedim,” diyor. Bu bence çok bencilce bir bakış açısı. Kendimi güvene alayım ama onun ne hissettiğiyle ilgilenmeyeyim, her şey bana çalışsın. Beril gibi kadınlar var ve benim işim de onları seslendirmek. Dolayısıyla bunların hepsini Beril açısından inanarak, içimden gelerek söyledim. Ama dışarıdan baktığımda çok bencilce. Böyle bakıp karşındakine bakmadığın zaman da yıllar içerisinde bir ilişkinin yıpranmasından ve o adamın uzaklaşmasından daha doğal bir şey olamaz. Ama işin aslı şu, herkesin kendince sebepleri var hikayede, herkes hem haklı hem haksız. “Baştan anlaşmıştık bu konuda,” diyor kadın, “Ben de sana bunların dışında bir şey sunmadım”. Oradan baktığında haklı. Ama temeldeki sebeplerde bence haksız.

Siz böyle oynadığınız karakterleri dövüyorsunuz anladığım kadarıyla önce.

Çok dövüyorum, çok da seviyorum. Bunu bana yıllar önce Gül Oğuz söylemişti, buramda böyle vicdan gibi duran bir cümledir; “Sen sevmezsen seyirciye nasıl sevdireceksin?” Tabii ki. Çok seviyorum ama bir yandan da kendimi kandıracak değilim, Beril’in nasıl bir insan olduğunu da görüyorum. O ilişkide nelerin iyi, nelerin kötü olduğunu da görüyorum. Bu yüzden yaptığım işi çok seviyorum. Her girdiğin karakterde hayatında ne kadar kendinle ilgili yargılama yapıyorsan karakterle de onu yapabiliyorsun. Kendi yapmadığın şeyleri yapan bir karakter olduğunda yepyeni sorgulama alanları açılıyor. Çok zevkli bir şey bu, insanı anlamak için, yaşadığın dünyayı, toplumu anlamak için çok da gerekli bir şey. Eline hazır malzeme veriyorlar, hadi incele diye. Daha zengin ne olabilir ki? 

Seyircinin sevmesi şart mı onu bilemedim. “Affair”de Dominic West’in oynadığı adamdan nefret ederek izledim bütün sezonları. 

İzlenebilir kılmak kastettiğim. Yoksa sadece sevilecek karakterler oynamayı istiyorum gibi bir şey olur o. Benim işim, çok gıcık da olsan izlemeye devam ettirecek bir şeyler vermek. Seyircinin bir şey bulabilmesi, dokunabilmesi gerekiyor ki izlemeye devam etsin. Beril gerçekte dışarıya karşı kapalı ve soğuk bir kadın. Ben dışarıya karşı soğuk ve kapalı birisini oynarsam, kamera da beni öyle görecek ve kim onu niye izlesin? Küçük sahtekârlıklar yaptırmaktan bahsetmiyorum, açık olmaktan bahsediyorum. Her türlü zaafıyla ve sevilecek yanıyla orada öyle ortada oturuyor olmam lazım. Bu da çok uzun zaman Uğur Yücel’le çalıştığım için, oyunculuğa nasıl baktığını, oyuncuları nasıl hazırladığını gördüğüm için, bir kenardan konservatuvar gibi hazırlandığım bir şeydi. Yapıp yapamadığımı bilmiyorum, sadece yapmaya çalıştığım şey bu.

Nasıl bir set deneyiminiz oldu, “Saklı”da?

En büyük avantaj, senaryoyu yazan ve orijinalini didik didik etmiş, malzemeyi çok iyi bilen senaristin, aynı zamanda yönetmen olması. Duygusu çok güçlü bir insan Deniz. Dili kullanma yetisi de çok yüksek olduğu için en basit sözcüklerle, en kısa yoldan bir şeyi anlatabiliyor. Bu çok büyük bir avantajdı. Özellikle de bu kadar hepimizin duygularımızı anlatmakla sorumlu olduğumuz bir işte. Aynı cümleyi iki bölümde de söylüyorum ama tahammül ve gerginlik farklı ikisinde. “Sen bana artık hiç dokunmuyorsun,” diyorsam, “Yorgun olduğuna falan inanmıyorum, bunda başka bir şey var, bana dürüst davran”ı içermesi gerekiyor birinin. Öbürünün de “Ya ben artık sana çekici gelmiyor muyum?”u içermesi gerekiyor. Bunun tırmanmasını takip etmek tabii ki oyuncu olarak benim de sorumluluğum. Ama bir yönetmen bunu zaten iyi takip edip, istediği dozu iyi tarif ettiği zaman, daha ne ister bir oyuncu? Fırat’la (Çelik) önceden hem tanıştığım hem çalıştığım için, karı koca oynarken, bir evliliğin, cinsel hayat da dahil her anını gösteren bir işi çekerken, ten teması kurmak için önceden tanıştığın biriyle oynamak büyük avantajdı. Fırat kadar bu kelimenin altını çizerek söylemek istiyorum “medeni”, saygılı ve eğlenceli bir insanla bunu yapmak, sevişme sahneleri özelinde de çok büyük kolaylıktı. Ve karşılaştığımızda çok basit bir şekilde nefretimi ve tedirginliğimi anlatmam gereken karşımdaki karakteri Hazar Ergüçlü’nün oynuyor olması, o da ayrı bir avantajdı. Hazar benim yakın arkadaşım, hiç çekinecek bir şey olmadan, önceden sahne hakkında konuşmamız gerekmeden, birbirimizin gözünün içine bakarak o bakışla “Nefret ediyorum senden” ve “Sana karşı çok büyük bir ayıbım var” demek karşılıklı, çok kolaydı bu. Kestikten sonraki anda da bunun kahkahasını atabilmek. Hatta insan daha da rahat üstüne gidiyor çünkü hakikaten bir kanepede yan yana 12 saat oturup “Sabah ezanı mı okunuyor? Çabuk, eve gidiyorum ben,” diyecek kadar uzun vakitler konuştuğumuz bir arkadaşlığımız var. Buradaki iki karakterin durumları hakkında da sette birbirimizle konuşabildik. Çünkü etkilendik. Ben de kendi hayatımı sorguladım, o da kendi hayatını sorguladı. Karavanda buluşup bununla ilgili birbirimize dökülebildik. Sahneyi oynayıp birikmiş duyguyu gelip ben Hazar’ın yanında ağlayarak patlatabildim. O da aynı şeyi yapabildi. Benim için çok avantajlı bir setti, çok açıdan.

Bir kadın yönetmenin çekiyor olması sizce böyle bir hikayenin dilini etkilemiş midir?

Deniz’in yazmış olması zaten orada temeldeki şey. Kadını da erkeği de çok iyi anlayarak yazmış ve öyle de çekti bence. Çünkü hikaye hem Fırat’ın oynadığı Ozan hem Hazar’ın oynadığı Aslı tarafından anlatılıyor. Deniz’in bir kadın olmasından ziyade iki tarafı da anlayabilen bir yazar ve yönetmen olması bence avantaj. Hemen bunun arkasından Melisa Özer’le başka bir iş çektik, bir sinema filmi. Bir kadının hikayesi ve o kadın çeşitli sebeplerle; ailesi, kocası, toplum, geçmişi, fiziksel bir sıkıntısı var bir kaza sonucu oluşan, insanların dışarıdan bakar bakmaz yaptığı yargılamalar da dahil, pek çok şey yaşıyor. Senaryoyu Feride Çiçekoğlu ile birlikte yazmışlar, kadın bir yönetmen, kadın görüntü yönetmeni, ekip şeflerinin çoğu kadın. Bir kadının hikayesi olduğu için o bir avantajdı. Kadın olarak bakmadılar hiçbiri kendi işlerini yaparken, içindeki duygudan baktılar ve o duygu da çok temel olarak kadınların anlayabileceği bir duyguydu. Erkekler anlamaz demek istemiyorum. Kadınların daha ezbere bildiği duygular var hikayenin içinde.

Sizin oyunculuktan önce yaptığınız bir sürü başka işiniz var. Grafik tasarım, senaristlik, yapımcılık... 

Evet. Bilkent Grafik Tasarım mezunuyum ben. Zaten üçüncü sınıftan itibaren hepimize seçmeli derslerle gideceğimiz yönü belirleme şansı sundular. 3 boyutlu grafik dediğimiz; fotoğraf, video, senaryo, yani seni sinemaya götürecek olan ya da video art yapacaksan o yöne gitmeni sağlayacak seçmeliler vardı, ben hep onları aldım. En çok zevk aldığım ve galiba da en iyi ürün verdiğim de senaryoydu. Oradan devam etmek istedim. Bitirdikten sonra İstanbul’a geldim iş aramak için. Bir yandan da Bilkent’te çok sevdiğim bir hocam olan İhsan Derman Bilgi Üniversitesi’nde Görsel İletişim bölümünü kurmuş ve başına geçmişti. Onu ziyarete gittim, dedi ki “Sinema televizyon açılıyor, onun master’ını yapmayı düşünmez misin?” İsterim tabii ki, çünkü biraz daha çok öğrenmek istiyorum. Oraya girdim ve asistanlık da teklif ettiler, iş de bulmuş oldum.

Bu arada oyunculuk hiç yok aklınızda öyle mi?

Hiç yok. İlk şöyle oldu, müthiş bir akademisyen kadromuz vardı; Yavuz Turgul, Ömer Kavur, Barış Pirasan. Yavuz Turgul’un dersine Uğur Yücel ve Şener Şen geldi bir gün. Bir de ikinci sene öğrencilerimden birinin annesi Tomris Giritlioğlu’ydu. Yani ben master’ı bitirirken her iki tarafla da tanışma ve vakit geçirme imkanım oldu. Tomris oyuncu yapmak istedi beni, yani “Burada bir sahne var, diyalogsuz ama seni görmek istiyorum,” dedi.

“Salkım Hanımın Taneleri”.

İlk kamera önü deneyimim, evet. Sahnede beraber oynadığım oyuncular Uğur Polat, Murat Daltaban. Ne kadar şanslıyım, hep çok güzel insanlarla karşılaştım. Gerçi ben artık şeye de inanıyorum; şans çoğu insanın hayatına bir şekilde geliyor ama oraya adım atmaya hazır mısın, değil misin? Bazen gözünü karartıp atlıyorsun, bazen zaten hazır olduğun için atlıyorsun. Özel olarak benim şansım olmadığını son yıllarda görüyorum. Çok tanıdığım insan, çok iyi teklifler alıyor ama “Ben bunun altından kalkamam, oralara girmeyeyim,” diyor. Bana Berkun Oya’nın yapımcısı Nisan Ceren ilk “Bir oyunumuz var, audition’a girer misin?” dediğinde “Ya ben hiç tiyatro sahnesine çıkmadım liseden beri, nasıl olacak?” demedim. Onlar bana inanıyorsa, ben de onların bana inanma sebebinin altını dolduracak kadar çok çalışırsam, ondan sonrası birazcık onlara kalıyor. Tabii bir de fikrini, aklını çok takdir ettiğim insanlar, niye diğer konularda güveniyorum da bu konularda güvenmeyeyim? Beni niye kandırıyor olsunlar? Belki bir şey görmüşlerdir, ben de bunun üzerine çalışmaya başlayayım.

Uğur Yücel’le çalışmanız nasıl olmuştu? 

Bir asistana ihtiyacı vardı, Tomris de “Defne’yi tanıyorsun, o yapar,” dedi, gittim orada çalışmaya başladım ve gerçekten birinci haftanın sonunda Uğur “Senden çok iyi oyuncu olur,” dedi. Yani bir kere düştü o benim kafama. Ondan sonra Uğur’un mesela “Yazı Tura” filmini çekerken Olgun Şimşek, Engin Günaydın, Erkan Can gibi insanları aylarca üzerinde çalıştığımız senaryoda cümle cümle nasıl çalıştırdığını izlerken o kadar çok şey öğrendim ki. Bir teksti eline aldığında nasıl yaklaşman gerektiğinin temeli orada kuruldu. Başka yerde elde edilemez bir tecrübe bu.

Ama onunla oyuncu olarak çalışmadınız. 

Hayır. Bilerek ya da bilmeyerek eğitti beni. Bir senaryonun son seyircinin göreceği ana gelene kadar geçilen bütün aşamaları gördüm. Ben bir bütün içerisinde işin her kısmında olmak isterim. Hem daha iyi anlayayım, çok zevkli hem de herkesin açısından görebileyim. Yapımcı olarak sete yiyeceği içeceği getiren insandan, kamyondan koşup ışık taşıyan çocuğa kadar herkesin ne yaptığını, nasıl yaptığını, niye öyle yaptığını anlamaya çalışıyordum. Bu başta oyuncu olarak beni çok zorladı. Most Production’un bir işinde oynadım. İlk dizi işim oydu. İlk sahnem çekilirken sürekli şey kaygısındayım; “Öbür açıdan çekmedi, bağlayamayacak mı montajda?” Bu benim işim değil ama o bir refleks ve ilk başta buna çok takılıyordum. Sonradan o bölümü izledim ve kimseyi kandıracak halim yok, gözümden okunuyor, orada değilim, başka şeyler düşünüyorum. “Sen artık yapımcı değilsin,” dedim, “Bırak kendi işini yap."

İlk konservatuvara benzer eğitiminiz Uğur Yücel’le ise ikincisi de Berkun Oya ile oldu herhalde.

Berkun da çok uğraştı benimle sağolsun. Çok vakit ayırdı, çok inandı. Berkun’un herkesle çalışması öyle, muazzam bir sabrı var. Kendi de oyuncu olduğu için, yazdığı şeyi bitirdiğinde bir oyuncunun sorabileceği her tür soruyu kendi içinde sormuş ve cevaplamış oluyor. Dolayısıyla sen ona ne soracaksan o önden hazırlıklı. Cevabı çok iyi veriyor, çok güzel tarif ediyor. Bir gözümü karartmışlıkla ben “Babamın Cesetleri”nde oynadım ama son iki gün endişe başladı bende. Bir dakika ya, ben bu sorumluluğu yerine getirebilecek miyim? Bir gecede olup bitecek bir şey değil ki. Montajla kurtarır diyebileceğimiz bir şey de değil. Berkun bana “Sana bir şey yazacağım, akşam onu oku,” dedi ve bir mail attı. Çok sevdiğim, bütün duruşunu çok takdir ettiğim bir kadındır Farah Fawcett, onun bir cümlesi; “Oyunculuk, çırılçıplak herkesin ortasında durup, yavaş yavaş kendi etrafında dönmektir,” diyor. Bu bana o kadar çok şey ifade etti ki. Hiç korkmamam gerekiyor çünkü yapacağım iş bunun üzerine; korkmamak, çekinmemek ve ne varsa göstermek. Duygularımla ilişkili olarak popom büyük mü, sırtım kambur mu demeden, herkese her şeyi göstermek için çıkıyorsun oraya. “Evet işim bu,” dedim ve o noktadan sonra orada bulunmakla ilgili bütün kaygılarım yok oldu.

İkinci çalışmanız “Bir Başkadır” mı? Yoksa diğer oyun mu önce başladı? 

Diğer oyun önce başladı. “Dünyada Karşılaşmış Gibi”. Onun provaları sırasında Berkun, “Bir iş yazıyorum, üç tane kadın var, ikisi terapist biri de terapiye gelen. Bunlardan birini oynamayı ister misin?” dedi, “Tabii ki,” dedim hiç senaryoyu okumadan.

Hangisi olacağınızı biliyordunuz baştan.

Hayır. Senaryoyu verdiğinde o biliyordu ama hiç sormadım. Sonra dedi ki “Başka kimler var, ben ne oynayacağım, hiç mi merak etmiyorsun?” “Büyük olasılıkla terapistlerden birini oynatacaksın bana,” dedim. “Evet” dedi. Tamam, sonrasını senaryoda görürüz.

Peri’nin bu kadar ilgi çekecek bir karakter olduğunu tahmin etmiş miydiniz? 

Birçok insanı kendisiyle yüzleştirdi, çok yakındaki insanlara başka türlü bakmasını sağladı. Dizi çıkana kadar düşünmedim bunu. Genel olarak tek derdim yazarın ve yönetmenin istediği şeyi dibine kadar yapabilecek miyim oluyor. Onu düşünmeye başlasam bu beni kaygılandırır. Şener Şen anlatmıştı bunu, Ertem Eğilmez’e “Bütün bu çektiğimiz filmlerin bu kadar karşılık bulacağını, halkı bu kadar yakalayacağını nereden biliyorsunuz?” diye sormuş, “Onu ben bilmem, halk bilir,” demiş. Ertem Eğilmez böyle bir şey söylüyorsa ben kendim bir bütün içerisinde bir nokta olarak neyi düşüneceğim? Ben Berkun’un yazdığı Peri’yi çok doğru anlamak, o kadın birilerinin sesi, o sesi bağıramayan, yükseltemeyen insanların “Hah işte bu,” dediği insan olmak için oradayım.

Hikaye ona biraz acımasız yaklaşmıyor mu?

En ağır eleştiriler Peri’ye geldi. Netflix seyircisinin büyük bir kısmının çok iyi tanıdığı, çeşitli özelliklerinden şikayetçi olduğu bir karakterdi, o yüzden bence o kadar çok didiklendi. Aslında Berkun’un da benim de yorumladığımız Peri başta daha sertti. Bir pilot bölüm çektik, sonra tek kelimesi değişmedi ama bütün vurgusunu ve temsil ediliş şeklini değiştirmek gerektiğini düşündük. Ben birazcık sertliğinin uçta olduğunu düşünüyorum. Ama zaten Öykü’nün oynadığı Meryem’in onu dönüştürebilmesi için o kadar sert bir yerde durması daha doğru oldu. Çünkü çözülmesi daha sert oldu. En son bölümde Nesrin Cevadzade ile barda bir sahnesi var, orada bir ümit görüyorsun Peri’de; kasmayacağım bu kadar diyor, öyle bir noktaya geliyor. Bence çok uzun yolu var ama Peri o yola çıkmaya karar veriyor. Siyasi duruşu ve Meryem’i okuyuşu sebebiyle çok fazla eleştirildi. Ama aslında Peri nerede olursa olsun bir yolculuğa çıkması gereken, kendi duvarlarını çok katı örmüş bir insandı. O kırıldı. Kendi çözümünü tamamen karşısında durduğu insandan, Meryem’den aldı ya, dramatik olarak o çatışmanın olabilmesi için de bir uç noktada durabilmesi gerekiyordu.

Bu kadar çok izlenip konuşulan bir iş olması sizin hayatınızda bir değişiklik yarattı mı seyirci reaksiyonları ya da kariyeriniz açısından? 

Tabii ki. Beni yolda genel olarak “Med Cezir Sedef” diye durdururlardı, “Bir Başkadır Peri” başladı. Ama benim için en büyük şeyi, bir skala gösterme şansım oldu. O güne kadar gelen işlerin hepsi, arada çok başka şeyler oynamış olmama rağmen hep Sedef’e daha yakın şeylerdi. Şimdi ikisi birden olduğu için yelpaze genişledi, gelen teklifler öyle olmaya başladı. Daha başka ne isteyeyim oyuncu olarak?

Peri’nin bu kadar ilgi çekecek bir karakter olduğunu tahmin etmiş miydiniz? Birçok insanı kendisiyle yüzleştirdi, çok yakındaki insanlara başka türlü bakmasını sağladı.

Dizi çıkana kadar düşünmedim bunu. Genel olarak tek derdim yazarın ve yönetmenin istediği şeyi dibine kadar yapabilecek miyim oluyor. Onu düşünmeye başlasam bu beni kaygılandırır. Şener Şen anlatmıştı bunu, Ertem Eğilmez’e “Bütün bu çektiğimiz filmlerin bu kadar karşılık bulacağını, halkı bu kadar yakalayacağını nereden biliyorsunuz?” diye sormuş, “Onu ben bilmem, halk bilir,” demiş. Ertem Eğilmez böyle bir şey söylüyorsa ben kendim bir bütün içerisinde bir nokta olarak neyi düşüneceğim? Ben Berkun’un yazdığı Peri’yi çok doğru anlamak, o kadın birilerinin sesi, o sesi bağıramayan, yükseltemeyen insanların “Hah işte bu,” dediği insan olmak için oradayım.

“İstediğim gibi kahkaha atmadığımı fark ettim”

Siz de Beril gibi dışarıya karşı kapalı ve soğuk biri misiniz? 

Öyle göründüğümün farkındayım. Bana bunu lisede de söylerlerdi, “Dışarıdan soğuk görünüyorsun ama öyle değilmişsin,” derlerdi. Demek ki bir samimiyet kurulana kadar soğuk, mesafeli bir görüntüm var. Bir yandan şimdi altı yaşında oğlum var, ona da bakıyorum, o da bir ortama girdiğinde biz ne kadar “Oğlum merhaba desene, bak çok yakın arkadaşımız,” desek de belli bir mesafede duruyor. Ona öğretilmiş bir şey değil bu, belli bir temkin. Herhalde hayatta kalmanın temelinde de olan şeylerden biri. Karşına hiç bilmediğin bir şey çıktığında en ilkel halinle önce durur bakarsın, direkt ilk gördüğün yaratığa sarılmazsın gibi bir şey.

Çocuğun büyüme sürecini izlemek bir sürü yerde bakış açınızı değiştiriyordur herhalde, değil mi? 

Çok temeldeki şeyleri hatırlatıyor insana. Bir şeye heyecanlandığı zaman onu tutamayıp, açık açık yaşamasına, el kol hareketlerine, saçmalamasına bakıyorum, o bizim çok törpülediğimiz, toplumun içinde düzgün görüneyim diye tuttuğumuz bir şey. Ama aslında doğalı o, çocukta olduğu gibi. Ben hayatımın bir döneminde, istediğim gibi kahkaha atmadığımı fark ettim. “Bundan sonra böyle olmayacak, içimden nasıl geliyorsa öyle güleceğim,” dedim. Çevreyi çok rahatsız etmekten, kendi şovuma dönüştürmekten bahsetmiyorum. Hüzün, üzüntü onlar da öyle. Bir şeye üzüldüğünde bir çocuk bunu nasıl açık açık gösteriyorsa öyle. Çocuğun açık olabilmesi, kendisini istediği gibi ifade etmesi sen “Yavrum bunu yapma, şunu yapma,” demediğin zaman başlıyor. O açıklık hepimizde temelde olup çeşitli şeylerle kapattığımız bir şey. Ondan görüp “Evet, ben de bunu kapatmayayım,” dediğim oluyor.

Vestel & Milliyet Sanat Kahve Sohbetlerinde Bu Ay

Çekirdekten Taptaze Kahve Keyfi Vestel’den!

Çekirdekleri öğütüp taptaze kahve deneyimi sunan Vestel Taze Filtre Kahve Makinesi kahve keyfinize eşlik etsin!

Sponsorlu İçerik