14.07.2021 - 00:07 | Son Güncellenme:
Röportaj:ASU MARO
Bu görüşme benim için biraz zamanda yolculuk gibi oldu, çünkü DOT’un “genç ekibinin” oyunu “Punk Rock”ı hatırladım. Rıza Kocaoğlu yönetmiş, çok genç oyuncular oynamıştı. Müthiş bir oyundu. Hatta dönüp kendi yazdığım yazıya baktım, “Oyuncuları ayırmak mümkün değil, hepsi birbirinden yetenekli. Muhtemelen rolü itibariyla da öne çıkan Hakan Kurtaş’ı aklınıza yazacaksınız. Öyle de yapın, bu ismi çok duyacağız önümüzdeki yıllarda,” demişim, sene 2010, o daha konservatuvar öğrencisiymiş. Kendimi de kutluyorum, sahiden giderek daha çok duyduk bu ismi, birbirine hiç benzemeyen karakterlerde akılda kalan performanslar sergiledi hep. Son dönemde sadece oyunculuğuyla değil, peş peşe yayınladığı şarkılarla da duyuyoruz Hakan Kurtaş adını.
Kalben ile düeti “Tesadüfen”le başlamıştı macera, “arada “Fer” var, bu ay da “Vadi” yayınlandı. Hepsinin sözü ve müziği kendisine ait. Röportajda göreceksiniz, başka marifetleri de var, farklı alanlarda elinden gelen şeyleri başkalarıyla paylaşmayı seviyor. İnsanlara içini korkmadan açarak ve kendisini fazla önemsemeden.
“Vadi”den başlayalım, son şarkınızdan. Ne zaman yazdınız onu?
Bu kış yazdım. Hiçbir yere gidemezken. Çok yoğun çalışıyordum. Ben genel olarak çalışma temposunun içinde arada hep bir yerlere kaçardım, mini tatiller yapardım. Bu kış hiç yapamadım. Sonra yavaş yavaş onun hayalini kurmaya başladım. Bir yere gitme hayali. Bir vadi, ıssız bir yer. Hava çok basık, güneşli bir yer, deniz, yaz. Şu an hâlâ çekmekte olduğumuz o ipi çekiyordum yani, yazı iple çekmeye başlamıştım. Sonra da kendi vadimi yaratma fikrine gitti biraz elim. Aslında bir anda oturup yaptığım bir şey olmadı. Bir önceki yaz melodisi çıkmıştı, sonra sözler yavaş yavaş üstüne oturdu, bu kışla birlikte tamamlandı. Belli bir yer değil yani bu 10 saatte gidebildiğimiz yer.
Kelebekler Vadisi değil mesela?
Değil. Onunla biraz örtüşür diye düşündüm ama aslında işte Ege, Akdeniz kıyıları, denize kıyısı olan her yer. Spesifik bir yerden bahsetmedim, onu yapmamak da tercihimdi aslında. Bir yere şarkı yapmak güzel, onu da seve seve dinliyoruz ama benimki biraz daha fantastik. Belki de daha rüya âlemi gibi olsun istedim. O yüzden düzenlemesinin de biraz atmosferik olmasını istedik.
Siz şarkıyı yazdınız ve sonra neler oldu?
Aslında şöyle: Efe Tunçer benim çok yakın arkadaşım, biz onunla üniversiteden beri ders aralarında, sahnede, koridorlarda iki gitar bulup şarkılar çalardık. Öyle başladı müzik hikâyesi. Mezun olduktan sonra evde mini bir kayıt alanı yarattık, devam ettik. Yaptığımız şeyleri biraz daha güzel kaydedelim hissi başlarken Kalben’le kesişti yollarımız tesadüfi bir şekilde. “Yak Bunu” oyununa geldi Kalben. Çıkışta sohbet ettik. “Ben de bir şeyler çalıyorum,” dedim; merak etti. Çaldığım şeylerden bir tanesini yolladım. Sonra çok büyük heyecanla, “Bunu söyleyelim mi?” dedi. Stüdyoya girip Kalben’in basçısı İlker Deliceoğlu ve Kalben ile birlikte o şarkıyı hücum kayıt yaptık. Orada Efe de elektro gitar çalıyor. İlk kapanma dönemine denk geldi ve insanların başka bir yerden bağlandığı bir şarkı oldu. Sonrasında o şekilde devam etti. Aslında Efe ile ikimiz, ben söz ve müziği demo hâline getirdikten sonra üstüne oturup çalmaya başlıyoruz. O melodi fikirlerini getiriyor. “Vadi”de yine İlker ile birlikte çalıştık, prodüktör olarak da, düzenlemesi için de. O da çok güzel geçti. Başından beri fikrim bir sound yakalamak ve aynı sound’da devam etmek yerine, farklı sound’lar keşfetmek. Çünkü ben oyuncuyum ve tamamen keyif için yapıyorum bir yandan da. İstedim ki albüm kapağından sözlerine, sesine, inişine-çıkışına kadar birbirinden farklı şarkılar olsun bunlar. “Bir bilmem kim şarkısı” densin gibi bir derdim yok. Çünkü hepsi apayrı hikâyeler. Madem öyle, hepsinin ayrı rengi olsun. Bundan çekinecek bir şeyim yok. Sonra “Antikahramanları izlemeyi de oynamayı da çok seviyorum”. Kurtaş’a göre kişi bir şeyleri başkalarına kendini kanıtlamak için değil bir şeyler anlatma hissiyle yapmalı.
İkinci şarkınız “Fer” var “Vadi”den önce.
Farazi çok severek dinlediğim bir müzisyendi. Kodes de çok severek dinlediğim bir rap müzisyeniydi. Onlarla yolumuz kesişti. Ben sordum, “Benim böyle bir şarkım var, bunu birlikte parçalayalım mı? Bu hikâyeyi birlikte ortak bir dil yaratıp paramparça edelim mi? Ve sonra tekrar bütün hale getirelim mi?” Çok severek yaparız dediler ve tam ikinci dalga kapanmada birbirimizi görmeden yaptığımız bir şarkı o. Kanal kanal ben kaydediyorum, Farazi’ye yolluyorum, o altına beat’leri kaydediyor, sonra Kodes’e gidiyor şarkı. O üstüne söz yazıyor, söylüyor falan.
Aslında uzun zamandan beri müzik yaptığınız hâlde bütün kayıtlar pandemiye denk gelmiş.
Belki tiyatro sahnesinden uzak kalmak da bunu tetiklemiştir. Aslında genel olarak oyunculuk yaparken çok paralel bir şekilde gidiyor bende müzik. O hikâyenin müzikleri oluyor. Hatta karakterlerin Spotify’da yaptığım listeleri var. Tiyatro oyunlarının var. Bana çok ilham verici geliyor ya da bir imaj yaratmak için heyecan verici geliyor. Bir yandan da müzikte yaptığım işin karşılığı ne olur gibi bir derdim yok. O yüzden çok mutluyum. Benden bir beklentinin olmaması ve benim de kimseden bir beklentimin olmaması daha ferah bir alan açmış oldu bana.
Kötü bir şey söyleseler o alanda bir iddiam olmadığı için bu beni çok da zedelemez diyorsunuz gibi anladım. Doğru mu?
Aynen. Oyunculukta da öyle aslında, daha iyisini arayacaksak, daha farklısını arayacaksak. Bizde eleştiri ve kötüleme çok ayrı. Ama ben bütün fikirleri duymak istedim. Kitapta da. “Ne düşündün? Ne hissettin? Sıkıldın mı?” İlk sorduğum soru buydu imza günlerinde insanlara. “Sonuna kadar okuyabildin mi?” Alışık olmadıkları bir soru. Öyle sorunca sohbet etmeye başlıyoruz. Ettiğimiz sohbetin üzerine ben bir not alıyorum o kitaba aslında. İmzamı atmıyorum yani. O zaman organik bir şeye dönüşmüş oluyor. Kötü eleştiriden ziyade şöyle bir risk olabilir: “Onu da mı yapmış?” denilebilir. Uzun bir süre müzik yaparken, bir şeyler yazarken paylaşmama hissi vardı bende. Kimseye çok söylemiyordum. Sanki yanlış bir şey yapıyormuşum gibi. Yapıyorum ama. En iyisini yapıyorum gibi bir derdim yok. Ama yapıyorum ve ancak paylaştıkça, bir şeyler duydukça daha iyisini yapabilirim. Bir de kendimizi bu kadar önemsememek gerekiyor. Buradan art niyetli bir kazancımın olacağı alanlar değil ki bunlar. Şarkı yapıyorum, söz yazıyorum. Biraz da kişisel sözler oluyor. İçten bir şey paylaşıyorum. Bir kitap yazıyorum, kişisel hikâyelerin içinde olduğu bir kitap. Bunu yapmak için biraz açabilmek gerekiyor insanlara kendinizi korkmadan ve kendinizi çok önemsemeden.
Meslek seçiminizden öncesine gidersek bunların hepsi hayatınızda kendinizi ifade yolları olarak var mıydı?
Bir de resim var. Karikatür çiziyordum. Annem resim öğretmeni benim. Oradan oldu, resme yatkınlığım. Resim çizemem, evde kendi kendime akrilik boya sıçratıyorum sağa sola, Pollock gibi falan. Müzik babamdan geliyor, çocukluğumdan beri Pink Floyd’lar falan evde yüksek yüksek dinlenirdi. Ondan kulaklarım çok açıktı.
Gitar çalmaya da 11 - 12 yaşında başladım. Ama çok vurulduğum alan hep oyunculuk olmuştur, o da dokuz yaşıma denk geliyor, okuldaki tiyatro kolunda. Sonra peşini bırakmadım. Lise 1’deyken artık konservatuvar sınavlarına hazırlanacağım diye kafama net bir şekilde koymuştum.
Oraya gelmeden, karikatürlerinizi dergilere yolluyormuşsunuz. O ne zaman, lisede mi?
Lisede. Ben Anadolu Lisesi’nde okudum, hepimiz aynı üniformalar içinde aynı saatlerde derse giren, çıkan, birbirine benzeyen insanlarız. Ama onun içinde de farkımızı yaratmaya çalışıyoruz. Orada benim içime gelen şeyler oldu tiyatro ve karikatür çizme. Çizip posta yoluyla atmaya başladım Leman’a, Lemanyak’a, Penguen’e. İstanbul’a geldikten sonra da Uykusuz’un amatör günlerine bir sene boyunca gittim. Amatör köşesinde toplamda 20 tane falan karikatürüm yayınlanmıştır. Sonra fark ettim ki iki meslek de gece çalışılan meslek. Hangisinde hem daha yetenekliyim hem bir ömür boyu yapmak istiyorum diye düşününce, oyunculuk ağır bastı.
Bir yandan da oyun yazıyorsunuz o sırada...
Üniversite sondayken oyun yazdım ve akşam 20:30’da, profesyonel tiyatroların oyun saatinde oynandı. Çok güzel bir histi. İki kere oynayabildik. “Avaz Avaz” diye bir oyundu.
Bir röportajda “Bir tiyatro oyunuyla hayatım değişti,” diyorsunuz. O “Avaz Avaz” mı yoksa DOT’ta oynadığınız “Punk Rock” mı?
“Punk Rock” olabilir. Üniversite sondaydım, asistan olarak gittim oyuna. Benim sınıf arkadaşlarım Tuğçe Altuğ, Mehmetcan Mincinozlu falan audition’la girmişti oyuna. Ben kaçırmıştım. Kalabalık bir oyundu, Rıza Kocaoğlu oynuyordu William karakterini. Prova aşamalarındayken, Murat Abi (Daltaban) de birkaç oyuna yetişecekken, Rıza’nın da aklında yönetme fikri varmış, ben kahve demliyorum, sahneyi siliyorum, Rıza geldi ve kulağıma “William’ı üç güne ezberleyip gelir misin?” dedi. Üç gün sonra ezberledim, geldim gerçekten ve oyunu Rıza’nın yönetmesi gündeme geldi, çünkü daha genç, tecrübesiz oyunculara emek verilmesi gerekiyor. Rıza’da o enerji vardı, o heyecan vardı, hepimize o emeği verebildi. Biz de karşılığını umarım güzel vermişizdir ki duyduğumuz şeylerden güzel verdiğimizi düşündüm. O oyun apayrı bir yerdedir.
“Punk Rock” ismi bile çok heyecan vericiydi. Benim lisede kendimi tanımladığım müzik türü ya da kelimelerin tesadüfi bir şekilde önüme çıkması, kendimi çok şanslı hissettirdi.
BENİ HEYECANLANDIRAN HİKÂYELERİN HEPSİNE ATLAMAK İSTİYORUM
Kendinize çizdiğiniz bir kariyer planı var mıydı yoksa biraz karşınıza çıkan şeyleri değerlendirerek mi devam ettiniz?
Kariyer planının biraz içgüdüsel olduğunu düşünüyorum ama şu dönemimde bunun yanında potansiyelimi tam olarak kinetiğe çevirebileceğim şeylerin içinde olma isteğimi daha net fark ediyorum. Bir yandan yanına hafif stratejik bir mantık da giriyor. Çünkü ikisinin karışımı güzel bir yol hazırlayacak gibi hissediyorum. Hani böyle ağırlığım tiyatro olacak gibi bir şey var mıydı kafanızda? Yok. O an nerede, hangi mecrada hikâye anlatmak istediğimle ilgili, öyle de devam ediyor aslında. Bir tiyatro oyunu yapayım, sonrasında bir dizi, sonra da bir festival filmi gibi bir yolda değilim. İçgüdüsel dediğim şey o. Beni heyecanlandıran ve içinde olmaktan keyif aldığım hikâyelerin hepsine atlamak istiyorum. Ama bunun da bir sırası ve bir yolu var. Üst üste aynı mecrada bir hikaye anlatmak biraz yorucu olabiliyor oyuncu için. O yüzden biraz paslaşmak aralarında, iyi geliyor insana. Dizi setinden koşarak tiyatro oyununa gitmek zor gibi gözüküyor ama daha besleyici bir şeye de dönüşebiliyor.
DOT’ta bir de “Süpernova”da oynadınız. Uzun bir hazırlık süreci vardı oyunun.
İki buçuk sene falan.
O nasıl bir maceraydı?
Ben çok müteşekkirim o zamanlara. Çünkü böyle bir tiyatro disiplini, o çalışma esnasında günce tutma, böyle şeylerin hepsini yaptım. Sonradan açıp bakınca çok heyecan verici oluyor. Bayağı ciddi boks antremanları yapıldı diye biliyorum. Çok ciddi boks antremanları yapıldı. Sabah 9’da antreman yapıyorduk. Sonra bir yemek yiyorduk, provaya geçiyorduk. Provadan sonra koreografi çalışıyorduk. Akşam bir daha, koreograflarımız Tan Temel ile Sernaz Demirel daha meditatif bir şekilde bizi esnetip bırakıyordu. Bir okul gibi devam etti yani. Sadece daha çok oynamak isterdim o oyunu.
Marka olmak ya da popüler olmak gibi şeylerin sizi korkuttuğunu, pek de istemediğinizi söylemişsiniz eski bir röportajda. Şimdi nasıl bakıyorsunuz?
Dijitalleşmeyle birlikte alternatif ve popüler olan biraz iç içe geçmiş durumda. Eskisi kadar korkmuyorum ama bu benim kendi yolum ve o tescilli hâli, ünik hâli tutmak istiyorum. Heyecan verici olan bu bence. Herhangi bir şeyin çok fazla tanınmasından korkmamak lazım. İlla popüler olanlar iyi şeyler değildir gibi bir tanım çıkmamalı. Daha önceden, daha idealist dönemlerimde, daha çekincem vardı tabii ki. Fazla sayıda insanın yaptığım şeye ya da fiziksel olarak bana ilgi duyması biraz korkutucuydu. Ama bununla zamanla çok organik bir şekilde barıştım. Bir yandan da bundan hem eğlendim hem iyi de geldi zaman zaman. O yüzden virajları doğru alıp, bir otobanda böyle son hızla gidip ve sonuca da popülerliği ya da marka olmayı koymayıp kendi yolculuğumuzda devam ettiğimizde bence güzel olan şeyler zaten ister istemez kendine dair topluluklar yaratıyor.
Biraz belki bir rolle çok tutulup aynı karakterlerin adamı olmaktan uzak durmak mı istediniz? Geçen gün bir tweet atmıştınız da, “Aynı şeyi farklı isimlerle oynamak oyunculuk değildir,” diye.
Evet aynı şeyleri, tekrar tekrar aynı şeyleri. Şöyle bir derdim yok bu arada: “Herkes sürekli farklı şeyler oynamalı.” Öyle bir şeyden bahsetmiyorum ama şu ezberi, şu risksiz ezberi bırakmalıyız. Hepimiz hatırlarız, ilkokuldayken ezbere bir şeyler öğreten hocalarımızı sevmezdik. Şimdi kendi hayatlarımızı ezbere bir şeyin üstüne kurmayalım. Derdim o biraz. Oyuncu olarak da heyecanlandığım şey, çok güzel bir tweet okudum bugün, “İş seçimi, proje seçimlerimle ilgili bir şey fark ettim,” diyor, “Sürekli kendimi kanıtlamak için değil de sürekli kendimi geliştirmek için bir şeyler seçiyorum.” Gerçekten öyle. Çünkü kanıtlamak, o ailede ergenken yapılan bir şey. Aileye kanıtlayacağız. Sonra insanlara kanıtlayacağız üniversitede. Üniversiteden sonra artık birilerine bir şey kanıtlayalım hırsından ziyade bir şeyler anlatalım ya da “Ben bunun için geldim herhalde bu gezegene,” hissiyle bir şeyler yapalım düşüncesi bana hem daha olgun hem de daha ferah geliyor.
YOLDA GİTTİĞİM ARACIN İÇİNE YERLEŞİYORUM
Yazdığınız şarkıda yol hikâyesi, romanda yol hikâyesi. Yol seviyorsunuz.
Bir yere gitme hissi hep vardı bende. Bir yere varmak isteyerek gitmek, bir yerden kaçarcasına değil, bence o çok önemli bir detay. Bir yerden kaçıp başka bir yere gidilen hikâyelerin sonu çok ferah bitmiyor bence. Orasıyla da barışıp sadece oraya gerçekten gitmek istiyorum diye gitmek daha iyi bence yani.
Bir de “yolu seviyorum” seçeneği var tabii.
Aynen. Şunu fark ettim geçen gün: Yurtdışına gittiğimde mesela şehirler arası trende ya da uçakta bayağı yerleşik hayata geçiyorum ben. O vagonun içine bayağı yerleşiyorum. Kaldığım yere gittiğimdeyse, bavulum açık kalıyor ama dolaba gömleklerimi yerleştireyim, tişörtler buradadır gibi bir düzen yapmıyorum. Yolda gittiğim aracın içine daha çok yerleşiyorum yani. Tekrar araba kullanmaya başlayınca da fark ettim, arabanın içinde her şey olmaya başladı. Yani o hikâye güzelmiş, bir kapsülün içinde bir yere gitmek. Eskiden hayattan biraz kopardığını düşünürdüm ama şimdi güzel geliyor.
Yol sevdiğinize göre bu tiyatroda da prova sürecini daha çok sevdiğiniz anlamına geliyor mu?
Yok. Çok prova yapma taraftarıyım ama genelde sancılı geçiyor. Sanat acıdan çıkar falan gibi klişe bir şey söylemek istemiyorum, öyle de düşünmüyorum zaten. Ama “Bir an önce ilk oyunu oynayalım”dayım ben. Gerçi ilk oyunda seyircinin reaksiyonu gerçek reaksiyon değildir, daha fazladır, oyun daha telaşlıdır. Benim en sevdiğim ikinci, üçüncü oyun. Birinci oyun stresi atılmış, bir kere başından sonuna kadar akmış her şey, bu hafızamızda var. Bundan sonra daha gerçeğini, daha hayal ettiğimiz gibisini, üstümüzdeki gereksiz yüklerden kurtulmuş hâlini yapacağız.
Bir teyze eczanede sırada “Ah çocuğum,” dedi. Döndüm, “Seni çok tanıyorum, bir yandan da hiç tanımıyorum oğlum,” dedi. Çok mutlu edici bir şey söyledi bana aslında. Ben seni biliyorum, gördüm ama farklı şekillerde gördüğüm için marka olarak, o Televole mantığıyla markadan bahsediyorum, ‘90’larda bize empoze edilen, o isim, soy isim gelmiyor aklıma, dedi.
Son dizi karakteriniz “Mucize Doktor”daki Doruk çok katman katman açılan biriydi. Sizin nasıldı duygularınız kendisine karşı?
Ben gerçekten izlemesini de oynamasını da okumasını da çok seviyorum antikahramanların. Çünkü gördüğümüz gibi olmayan şeyleri bir anda bir hareketiyle, bir defosuyla, bir ânıyla anlayabiliyoruz. Bu çok heyecan verici. Çünkü gerçekten öyle ya. İyi olan da, kötü olan da artık o ilk sıfatlarını saklıyor başta. Sonradan görüyoruz.
Doruk’un öyle bir antikahraman hâli var. Vicdan konusunda çok kendini geliştirmiş ama yaşadığı travmalardan dolayı da hayata karşı tavır almış birisi. O yüzden oynaması çok zevkliydi.
Onun da var mıydı Spotify listesi?
Var. Doruk Özütürk’ün hastaneye giderken motorda dinlediği şarkılar listenin adı. Her şey var. Biraz karışık bir liste. Eypio da var, Two Feet de var; 30 şarkılık bir liste.
Bu arada bir de senaryo da yazdığınızı okudum. Ne oldu o, bitti mi?
Hayır. Aslında oynamak istediğim, içinde bulunmak istediğim bir hikâye var aklımda. Onu kısa roman gibi yazmayı planlıyorum, biraz öyle gidiyor. Bir yol hikâyesi, bir kadın, bir erkeğin yol hikâyesi. Çok heyecan verici. Aklıma bir sürü şey geliyor, hepsini not ediyorum. En azından genel hikâye kısmı, yaz sonuna kadar biter. Ondan sonra nasıl gerçekleştirebiliriz bunu diye düşünmeye başlayabiliriz gibi geliyor.
İnsanların çoğu bir tane iş yaparken yaşamaya bile vaktim kalmıyor der, sizin her şeye vaktiniz kalıyor galiba. Nasıl oluyor bu, ne güzel.
Bilmiyorum ki. Evet, dışarıdan onu da yaptı, buna da gitti, şuraya da sokmuş burnunu gibi gözükebilir de, açıkçası çok umrumda değil o düşünceler. O öyle düşünüyor, saygı duyuyorum, geçiyorum ama bana bir şey katmıyor. Bir yandan da hepsi birbirini besliyor.
Yazdığım kitapta, “Defo”da alfabenin bütün harfleri kadar karakter ve onların monologları var. Yani aslında 29 tane karakter yazmışım ben. Beğenilir, beğenilmez, okunur, okunmaz ama bambaşka kadın-erkek karakterler için uğraşmışım. Bu hem oyunculuğuma yarıyor hem bir senaryo okurkenki değerlendirişime yarıyor. Bir yandan tiyatro okulundan mezun olduğumdaki ilk seneler üzerimizde taşıdığımız idealistlikten de sıyrılınca, gerçekten ne yapmak istediğimiz, neyden heyecanlandığımız, daha da berrak bir şekilde geçsin insanlara istiyorum. O yüzden birçok şeyi yapıyorum herhalde.
HERKES JOKER ISTER AMA HERKES BATMAN OYNAR
İlla başrol merakı olan bir oyuncu da değilsiniz...
O zaman daha çok çeşitli karakter oynama imkânı var gibi geliyor bana. Bu konuda bir parantez açmak istiyorum. Bir dönemde çok tekdüze ve aynı şeyler beklenilen hikâyeler vardı. Dijitalleşmeyle beraber ana karakterler de karakter hâline gelmeye başladı. Yan roller gibi. Yani Joker’in filmi olmaya başladı. Bu çok heyecan verici. Çünkü Batman Joker’de ben her zaman Joker’e heyecanlanan bir oyuncu oldum. Daha da Batman isteyeni görmedim ben bu arada. Herkes Joker ister ama herkes Batman oynar. Öyle bir gerçek var. Çünkü Joaquin Phoenix’in, Heath Ledger’ın girdiği o derinliğe ya da o işçilik olarak yoruculuğa kimse girmek istemez. O çok büyük risk. Bunun muhakemesini çok fazla yaptım ama şu anda dileğim, ikisinin ortak hâli. Yani ana karakter olan ama gerçekten defoları olan, inişi çıkışı olan, insani bir motivasyonu olan, kahramanlaştırmadığımız, belki antikahraman olan karakterlerin hikâyeleri yapılıyor, yazılıyor. Bu çok heyecan verici. Şimdi o zaman, okuldan mezun olalı 10 sene oldu, farklı mecralarda birçok tecrübe edindim. Bu tecrübeyle birlikte, bu dinamizmi de katarak böyle bir şey neden yapmayayım ve neden dilemeyeyim gibi bir noktaya geldim.
Röportaj: Asu Maro
Vestel Sade Türk Kahvesi Makinesi ile hem kıvamı tam Türk kahvesinin hem de keyifli sohbetlerin tadını çıkarın!
Sponsorlu İçerik