12.09.2021 - 07:00 | Son Güncellenme:
Sinem Çelebioğlu - Geçmiş, özlem, yolculuk, acı, savaş, hasret, gurbet, aşk, umut… Pek çok tema ve imgeden yararlanır edebiyat. Kahramanların girdiği çıkmazlar, biz okurları zorlar, yorar. Yazarların fısıldadığı sözler, kulaklarımızda çınlar. Konu, unutmak ve unutamamak olunca, her metinde kendimizden çok şey bulur, kaçmak istesek de kaçamaz, sonuna kadar sayfalara hapsoluruz.
Nostalji bitmez ki…
Nostalji kelimesinin ilk kez İsviçreli tıp öğrencisi Johannes Hofer tarafından, 17. yüzyılda bir tıp terimi olarak kullanıldığını biliyoruz. Kökeni Yunanca olan ve literatüre giren bu kelime, nostos (dönüş) ve algos (acı) anlamına gelen iki kelimenin birleşmesiyle oluşuyor. Günümüzde geçmişte kalan güzelliklere duyulan özlem olarak kullanılan bu kelimenin çıkış noktası aslında, özellikle o dönemde askerlerin, yurt dışında kalan bireylerin memleketine dönme arzusundan kaynaklanan üzgün ruh hali şeklinde tanımlanmış. Milan Kundera, kelimenin etimolojisini araştırarak diğer dillerle ortak paydada “bilememenin acısı” olarak tanımladığı nostaljiyi şöyle ifade ediyor: “Uzaktasın ve ben sana ne olduğunu bilmiyorum. Ülkem uzakta ve ben orada neler olduğunu bilmiyorum.” “Bilmemek” adlı romanı, tam da bu hislerden hareketle yurtsuzluk, sürgün, hatırlama, hafıza, unutma, yalnızlık ve yabancılaşma kavramlarını, yıllar sonra ülkelerine dönen iki karakter üzerinden anlatıyor.
Anadile hasret
Refik Halid Karay, gurbet temasını öykülerinde zirveye taşıyan yazarların başında geliyor. Hele de vatan özleminin anadilden bağımsız düşünülemeyeceğini zihnimize kazıyan “Eskici” öyküsü, bir çocuğun kalbindeki çırpınışları nasıl da çarpıcı anlatıyor. Babasının ardından annesinin de ölümüyle, uzak akrabalarının yanına, Filistin’in ücra bir kasabasına gönderilen küçük Hasan’ın öykü boyunca yalnızlaşmasına, giderek susmasına tanık oluyoruz. “Hasan durgun, tıkanıktı; susuyor, susuyordu. Öyle haftalarca sustu. Anlamaya başladığı Arapçayı, küçücük kafasında beliren bir inatla konuşmayarak sustu. Daha büyük bir tehlikeden korkarak deniz altında nefes almamaya çalışan bir adam gibi tıkandığını duyuyordu, yine susuyordu. Hep sustu.” Ta ki evlerine gelen bir satıcıyı izlemeye başladığı ve dalgınlıkla kendi dilinde soruverdiği “Çiviler ağzına batmaz mı senin?” sorusuna kadar. Eskicinin Türk olduğunu anlamasıyla hiç susmamacasına konuşuyor bu kez Hasan. “Durmadan, dinlenmeden, nefes almadan, yanakları sevincinden pembe pembe, dudakları taze, gevrek, billur sesiyle biteviye konuşuyordu. Aklına ne gelirse söylüyordu.” Ta ki eskicinin işi bitene kadar. Ve bu kısacık öyküde, anadiline hasret yaşama tutunan bir çocuk ve eskicinin duyduğu vatan özlemi, kusursuz bir Türkçeyle satırlara dökülüyor.
Geçmişle Yüzleşmek
Japon asıllı İngiliz yazar Kazuo Ishiguro, geçmişin gölgesinde yazdığı tüm eserlerde olduğu gibi “Gömülü Dev” ile de biz okurları, büyük bir hesaplaşmayla baş başa bırakıyor. Nobel ödüllü yazar, yaşlı bir çift olan Axl ile Beatrice’in yıllardır görmediği ve hatırlamakta zorlandıkları oğullarını aramak için çıktıkları yol boyunca düşünceden düşünceye, duygudan duyguya savruluyoruz. Yaşadıkları dönemde tüm toplumu etkileyen ve unutmaya sebep olan bir sis yüzünden neredeyse birbirlerini bile hatırlayamamaktan korkan çift; yazarın özgün dili, büyüleyici diyalog yapısı, dinamik ritmi, katmanlı kurgusu ve göndermeleriyle unutamayacağımız kahramanlar listesine kolaylıkla giriyor. Son sayfaya geldiğimizde aklımızda kalan sadece, “Unutarak kurtulunur mu?”, “Her şeye rağmen hatırlamak bir çözüm mü?”, “Hatırlamanın bir bedeli var mı?” gibi sorular değil, anlatının gücüyle kalbimize işleyen satırlar da var. Onlardan sadece biri: “Acaba anılarımız olmayınca aşkımız da mecburen solup gidecek mi?”
Her seçim bir vazgeçiştir
“Yaşamı ve ölümü vermek istiyorum, sağlığı ve çılgınlığı; toplum düzenini eleştirmek istiyorum, işler halinde, en yoğun biçiminde,” diyerek kaleme aldığı “Mrs. Dalloway”, Virginia Woolf’un tek bir güne sığdırdığı en çarpıcı eserlerinden. Karakterlerin seçimleri, dolayısıyla vazgeçişleri üzerine kurgulanan ve Woolf’un üç kez baştan yazdığı romanda, geçmişten gelen acılar, hatıralar bugüne taşınıyor. “Ah, yeni baştan yaşayabilseydim hayatımı!” cümlesinin sızısını ruhumuzda hissettiğimiz satırlar boyunca, yazarın iyi ki yazın dünyasına kattı dediğimiz bilinç akışı tekniğinin ustalıkla kullanışı ise apayrı bir okuma hazzı veriyor.