09.10.2003 - 00:00 | Son Güncellenme:
Geçtiğimiz hafta üniversiteler yeni öğretim yılına eylem, kavga, gürültü ile ev sahipliği yaptı. YÖK ile hükümet, medeniyetten uzak biçimde kozlarını paylaşırken, öğrenciler de bu durum karşısında sessiz kalmadı. Pankartlar açıldı, haklar arandı. İşe yaradı mı, bilinmez.
'68 kuşağının devrimci ruhu olmasa da, eylemci ruhunu taşıyan ufak bir gençlik kümesi var. Bunlar, '68'lilerden farklı olarak, dünyayı değiştirme hevesi içerisinde falan değiller. Onlar daha güncel, daha bireysel sorunlarına yanıt arıyorlar. Bir kısmı, onları bu girdabın içine atan sistemde çırpınıyor; bir kısmı ise, akıntıya kapılmış gidiyor. Prof. Ünsal Oskay, dünün ve bugünün gençliğini anlattı.
Bugünün Kemalist gençleri, 'Kemalizm devam etmeli' diyor, Kemalizmin bize kazandırdığı ne varsa, onu tehdit eden bir şeylerin varolduğuna inanıyorlar. Ama bu tehdidin ne kadarının AKP'den geldiğini, ne kadarınınsa kötü niyetli çevrelerden geldiğini fark etmiyorlar. Tesettürlülere sorarsanız, onların dışındaki kesim zararlı. Diğerleriyse, tesettürlüleri olmaması gereken bir kesim gibi görüyor. Oysa her iki tarafta da, babası şeker fabrikasında gece bekçisi olan alt kesimden insanlar var. Bunlar birbiriyle dalaşıyor. Sorunların çözümü için, bu düzeyde kalmamak gerek. Bu hayatı, 1980'den itibaren buna göre uyguladılar. Bunu 12 Eylül'ün kadrosu tek başına yapmadı. Amerika'sıyla, Avrupa'sıyla, tüm dünyadaki toplumsal sistemlerin değişmemesini isteyen kesimler, bunu yapmaya başladılar. '70'lerin sonunda Amerika'da üniversitelerde sosyal bilimlere verilen para azaldı. Doktora yapanların sayısı azaldı. Çünkü doktora yapanların eleştirel düşünceyi toplumda yaygınlaştırabileceği düşünüldü. Bugün, çok başarılı kanser uzmanı ya da fizikçiler çıkıyor ama hayatın, insanı nasıl bu derece mutsuz eden bir hal aldığını düşünmek kimsenin aklına gelmiyor.
Belki de gençlerimizin çoğu, tüm sorunların kendi toplumundan geldiğini düşünüp, topluma karşı umutsuzluk ve sevgisizlik duyuyor. Yapılan araştırmalar var. Türkiye dışında hangi ülkelerde yaşamak istediklerini sormuşlar. Çoğunun cevabı, 'Türkiye olmasın da, neresi olursa olsun.' Halbuki gittiği ülkede bu sorunlar, daha büyük ölçekte yaşanıyor.
Onlar, dünyanın genel değişimine öncülük yapacağını düşündükleri ülkelere özeniyorlardı. Bugünküler, 'Batsın bu dünya' diyorlar. Umutsuzlar. Bu nihilizm işte! '68'lilerin de özünde hırçınlık ve radikallik vardı ancak marjinallik peşinde değildiler.
Şimdiki gençlik, hayatı derinden anlamak için gereken zihinsel yapılanmaya sahip değil. Aslında 'anlama noktası'na gelmekten alıkonmuş durumdalar. Okullarda felsefe dersleri kalktı. Buna karşın kurslar var. Ezbere sorular, ezbere cevaplar. Hepsi şablon. Muhakeme yürütmek falan yok. Muhakeme olmadığında, kalıplar üretirsiniz. Zaten muhakeme olmadığında buna eğitim denemez. Dünyayı anlamak için gereken bilgiyi, insan tek başına edinemez.
Bunun sonucunda gençlerin canı sıkılıyor, bunalıyorlar, kendilerinden hoşnut olmadıkları gibi, kendilerini küçük görüyorlar. Gençler, dünyayı değiştirmek için umut verici bir yöntem geliştiremeyince, dünya karşısında kayıtsızlık kalıyor; kendi altkültürleri içinde oyalanıyorlar. Bu oyalanmalar sayesinde, özgür olmadığı halde, özgür olduğunu zannediyorlar. Dünyaya egemen kesimlerin karşısında, aldırmazlık, hatta onların rahatını kaçıracak kılık kıyafet radikalliği ve jargon geliştiriyorlar.
Bugünün gençliğinin zihinsel ve duygusal zenginleşmesi için çok çaba sarf etmesi gerek. Dünya bugün, '60'ların dünyasından çok daha karmaşık bir mekanizmayla yönetiliyor. Bu dünyanın nasıl işlediğini keşfetmen için, bırakın anlamayı, anlamak gerektiğini fark etmek için, çok gelişkin bir kafa lazım.
Dünyanın bugünkü gidişatı içinde, gidişatın yarattığı sorunları en yoğun yaşayan modern toplumlarda, muhalif çevrelerin dergileri, yazıp çizdikleri, konuşmaları, politik hareketleri var. O ülkelerdeki bu çevreleri anlamaya çalışarak, onlarla ilişkilerimizi yoğunlaştırarak, dil öğrenerek, okuyarak değişimi hızlandırabilirsek, sadece üniversite gençliği değil, onun dışındakiler de daha kavgasız dövüşsüz, daha dünyayla birlikte olabilir. Tabii, 'Batsın bu dünya', felek, kader, loto, kumar ve astroloji gibi inanışları bir kenara bırakmak gerek. Astroloji de bir işe yarayabilir tabii, evde kalmış kızlar fal bakabilir. Bu da bir teselli sağlar. Ama insanın geçmişini ve geleceğini belirleyen şeyler yıldızlar falan değil; insan ilişkileri.
Türkiye'deki eğitim sistemi gençlerin en büyük sorunu. Genç bir insanın eğitim yoluyla kazanabileceği istikbal günbegün daralıyor. Bundan 30 yıl önce, yüksek tahsil yapan bir gencin ileride ne olacağı aşağı yukarı belliydi. Üniversite sayısı çok değildi ama tut ki doktor oldu, aç kalmazdı. Kimse sahipsiz kalmazdı. Yeşerecek, gelişecek bir zemin bulurdu.
Bugün üniversite ve öğrenci sayısı çok arttı. Ancak, yükseköğrenimle kazanılan bilgilere prim veren pek kalmadı. Eskiden mesleklerin icra edilmesi için gereken bilginin çoğunu, öğrenci üniversitede tahsilindeki formasyonuyla kazanır, bu onu 15 yıl idare ederdi. Bugün bilgiler çabuk eskiyor. Tıpkı bilgisayarlar ve cep telefoları gibi. En iyisini aldığınızı düşünürken, üç ay sonra daha gelişmiş modeli çıkıyor. Yakında herhalde ekrandan üç boyutlu dansözler çıkacak. Bir tuşa basınca Çağla Şıkel fırlayacak, diğer bir tuşa basınca da Nez. Değişmeyen tek konu galiba, insanın en doğal ve hayvansal yanı olan cinsellik. Onun için 'Nez'in poposu', 'bilmem kim Bodrum'a kiminle kaçmış', gibi konular hayatımızda hep var.
1940'larda aydınlar, tıbba, Mülkiye'ye gidenler, okulunu bitirdikten sonra bir şeyler olacağını biliyordu. Eğitim insana iyi bir statü, gelir ve itibar sağlıyordu. '50'den sonra, iş hayatında başarılı olanlar toplumun yönetici eliti haline geldi. Aydınların ve üniversite öğrencilerinin statülerinde düşüş yaşanınca Orhan Duru, Ece Ayhan gibi isimler ortaya çıktı. Ayhan, Mülkiye'de, Duru ise, veteriner fakültesinde öğrenciydi. '55'teki düşünen sağcılar sağcılar, kalıplaşmış solun dışında olan ama sol düşünceye açıklardı. Ankara'da bu çevreleri temsil eden bir dergi çıkmaya başladı: Pazar Postası. O dönemde biz edebiyatla ilgilenmeye başladık. Okunması gereken kitapların hepsi yasak kitaplardı. Bunlar, Zola, Balzac, Steinbeck gibi yazarların kitaplarıydı; öyle Stalin falan değil yani. Geriye kalanlar da, Ziya Gökalp'in yazdığı Türklüğe Doğru gibi kitaplardı. Bu aydın kesimi, dünyanın farklı görünebileceğini ilk hisseden kuşaktı. Bu takım, modernleşmenin getirdiği sorunlara nasıl yanıt verilebileceğine kafa yordu.
'60'ların Türkiyesi'nde, okumuşlukla, Cumhuriyet'in kurucu kuşağının değerleriyle büyüyen ve o değerlerin içinde kalan bir genç nüfus vardı. Onlar, 'Ben neden eskisi kadar itibarlı bir vali ya da kaymakam olamıyorum?' derdine düştüler. Demokrat Parti'nin temsil ettiği farklılaşma içinde çağdaşlaşma, dış dünyaya bağımlı hale gelme, ulusal bağımsızlık, eskisi kadar fonksiyonel olmayışlarının nedenlerini sorguladılar. 27 Mayıs, dünyanın genel gidişatına daha iyi adapte olmaya çalışan çevrelerin getirdiği değişiklikleri durdurma umuduyla patlak verdi.
'70'lerde okumuşluğun itibarı kalmadı, işlevi giderek azaldı. Çağdaş dünyanın karşısında bilgisayar mühendisliği fasa fiso. Çıktığı vakit zaten yetersiz sayılıyor. Japonya, Amerika ve Almanya'dan gelecek yenilikleri bekler oldu herkes. Gençler yurtdışına gitme planları yapmaya başladılar. '70'lerden beri bu durum giderek hızlanıyor.
POPULER KÜLTÜR
CHP'ye ikinci adam geliyor
İki futbol kültürü karşı karşıya
Futbol sevmeyenler, birleşin!
Zirvede yapayalnız
ANADOLU STARLARI
New York'ta seks
"Meltem, elini Tony'nin elinden hemen çek!"
Halıcılık 'Zerda'yla dirildi
Köyümüzde sigara içmek yasaktır!
Suç, gençlerin değil!
Artık her şey pop
Yeni beyaz Türk gençliği
POPUN YARIM ASRI
Kısa kısa...