24.12.2021 - 07:01 | Son Güncellenme:
MÜJDE IŞIL - İster “Matrix” serisi hayranı olalım ister olmayalım; özellikle ilk filmin hakkını teslim etmemiz lazım. 1999’dan bugünleri görebilmek, bunu felsefik zeminle ve dinî referanslarla süslemek kolay iş değil. İnternetin emekleme döneminde olduğu yıllardan bahsediyoruz. Cep telefonları yaygın değil ve sadece arama için kullanılıyor. Daha sosyal medya uygulamaları ortada yok. Böyle bir dönemde Wachowski Kardeşler çıkıyor; yapay zekânın insanlığın üzerine çöktüğü ve sanal dünyanın egemen olduğu bir gelecek tasvir ediyor. Ve hikâyenin kötüsü olan Ajan Smith’e “insan türünün dünya için bir nevi salgın/virüs” olduğunu söyletiyor. Wachowskiler sadece teknolojik dönüşümü değil, neredeyse iki senedir boğuştuğumuz salgını da öngörmüşler sanki.
Evet, artık tam da Matrix evreninde yaşıyor gibiyiz. Alışverişlerimizden arkadaşlıklarımıza kadar neredeyse tüm yaşantımız sanal âlemde akıyor. Ve bir de bitmeyen salgının ortasındayız. Peki, 22 sene evvel bunu öngören bir serinin dördüncü filmi geleceğe dair ne söylüyor? Maalesef hiçbir şey. Film bırakın geleceğe bakmayı, bugüne yetişmeye çalışıyor ve genel anlamda da nostalji kılıfı altında serinin kaymağını (özellikle efsaneleşen ilk filmin) yemeğe odaklanıyor.“The Matrix Resurrections”ın ilk haberleri çıktığında hepimiz, üçüncü filmde ölen Neo ve Trinity üzerinden hikâyenin nasıl canlandırılacağını merak ediyorduk açıkçası. Diğer karakterler açısından değil ama Neo için hınzırca bir giriş düşünülmüş aslında. Yeni filmde kahramanımız 1999’daki “The Matrix” oyunuyla ödül kazanmış ve artık dünyaca tanınan bir oyun tasarımcısı. Öğreniyoruz ki Trinity’den Ajan Smith’e kadar tüm oyunu kendi hayatını merkeze alarak tasarlamış. Ancak kendisinin de bir illüzyon içinde yaşadığını anlaması uzun sürmüyor. “The Matrix Resurrections”ın seriye özgünlük getirme gibi bir derdi yok. 20 küsur yıla uzanan nostaljinin peşine takılıyor, hatta onu alabildiğine sömürüyor.
Özellikle ilk filmle benzeşen pek çok sahne var ama o da yetmiyor, “anlamayan kalmasın” diye serinin bazı bölümlerini karşımıza getiriyor da getiriyor. Nostaljinin nasıl kucaklanabildiğini, geçen hafta “Spider-Man: No Way Home/ Örümcek-Adam: Eve Dönüş Yok”ta izlemiştik. Nostaljiyi kucaklamak ile sömürmek arasındaki fark açısından iki film, iki zıt örnek.“The Matrix Resurrections” serinin efsaneleşmesini ti’ye almaya ve karikatürize etmeye çalışıyor ama senaryoda mizahi bir zekâdan söz etmek zor. Filmin kendisiyle, devam fikriyle ve günümüz sanal âlemiyle dalga geçme hâli, ortada mizah duygusunu hissettiren bir senaryo olmadığı için güldürmeyen espri yumağına dönüşüyor. “The Matrix Resurrections” hem kendine hayran kalmak hem de kendisiyle dalga geçmek arasında savrulup duruyor. Senaryo zafiyeti o kadar belli ki, yeni fikirler üzerinden gitmek yerine her şey Neo-Trinity aşkına bağlanıp orada tıkanıyor.
Trinity’ye özel güç
İlk filmin zengin alt metinlerinden, ileri görüşlülüğünden eser yok yeni filmde. Yeni devam filmlerine göz kırpan birkaç “yansıma” getiriyor perdeye, o kadar. Peki, aksiyonda zirve var mı? Hayır, o da yok. Bullet-time çekim tekniğini zihnimize kazıyan ilk filmden beri aksiyon sineması hep yerinde saymış gibi bir hâli var filmin. Sürekli kendini tekrar etme tavrı, mevcudun üzerine bir şey ekleyememe zayıflığından kaynaklanıyor. Kendi özgünlüğünü yaratamadığını yine bir aksiyon sahnesinde görüyoruz mesela. Romero’nun zombilerini evirip çevirip tekrar önümüze koyuyor. Hatırlanacağı gibi serinin yaratıcıları olan Andy ve Larry Wachowski, cinsiyet değiştirme operasyonundan sonra Lana ve Lilly isimlerini almışlardı. “The Matrix Resurrections”ı Lana Wachowski tek başına yönetti. Bu durum filme farklı bir bakış açısı kazandırdı mı? Yazının başında belirttiğimiz gibi, film bugüne yetişmeye çalışıyor. Mesajları açısından bunu daha net görüyoruz. Kadın liderlere ağırlık verilmesi, gökkuşağı kelimesinin vurgulanması ve Trinity’ye yüklenen özel güç bunun bariz örnekleri.“Örümcek-Adam: Eve Dönüş Yok”a dönelim tekrar. Eski kahramanları görünce kopan fırtınaya, filmi izleyenler şahit olmuştur. Yıllar sonra perdeye gelen ve alaycılığıyla övünen “The Matrix Resurrections”da ise böyle bir etkiden söz etmek zor. Belki arada Keanu Reeves’in “John Wick”i olmasaydı, özlem büyüyebilirdi ama Reeves’in filmdeki (karakterden azade) bezgin, ruhsuz hâli nedeniyle ortada özlenecek bir şey yokmuş gibi hissediliyor. Laurence Fishburne’ün bilgeliğinden uzak yeni Morpheus, Yahya AbdulMateen II ve Hugo Weaving'in karizmatik Ajan Smith’i yerine yerleştirilmiş genç züppe Smith Jonathan Groff, geçmişe resmen rahmet okutuyor.
Filmin bir istisnası var ki o da Carrie-Ann Moss’un varlığı… Onun perdede göründüğü anlarda, “Matrix”i neden sevdiğimizi hatırlıyoruz gerçekten de. Reeves’in değil, Moss’un dönüşü parlıyor filmde. Final de düşünüldüğünde, filmin gerçekleştirebildiği ender hedeflerin başında bu geliyor doğrusu.“The Matrix Resurrections” Amerika vizyonuyla aynı gün HBO Max’te de yayınlandı. Öncesinde, filminin televizyonda ya da bilgisayar ekranında izlenmesi hakkındaki görüşü sorulduğunda “Tabii ki, eğer evde izlemen gerekiyorsa evde izlersin” yorumunu yapmıştı Keanu Reeves. Haklıymış… “The Matrix Resurrections” gerçekten de “yeter ki izle” diye seyircisinin geniş hoşgörüsüne sığınmaya ihtiyacı olan bir film
Vizyonda öne çıkanlar
Tout s’est bien passé/Her Şey Yolunda” François Ozon imzalı bir babakız hikâyesi. 80’ini geçkin bir baba felç geçirince, kızından hayatına son vermesi için yardım ister. Senaryonun kaynağı ise 2017’de vefat eden Emmanuèle Bernheim’ın romanı. Bernheim 2000’lerin başlarında “Sous le sable/ Kumun Altında”, “Swimming Pool/Havuz”, “5x2” ve “Ricky”nin senaryo yazımında Ozon ile birlikte çalışmıştı. “Her Şey Yolunda”nın başrolünde, ilk kez bir Ozon filminde izleyeceğimiz Sophie Marceau var. n Özellikle kediseverlerin ilgisini çekecek biyografik bir film “The Electrical Life of Louis Wain/ Louis Wain’in Renkli Dünyası”. Koca gözlü ve insani özellikler taşıyan kedi resimleri çizmesiyle ünlü, İngiliz sanatçı Louis Wain’i Benedict Cumberbatch canlandırıyor. Sanatçının dramatik özel yaşantısını ve kedi resimleriyle kurduğu ilişkiyi izlemek isteyenler için hem hüzünlü hem de renkli bir film.