01.07.2022 - 07:00 | Son Güncellenme:
MÜJDE IŞIL - Üçü insan, biri robottan oluşan dört kişilik bir aileyle tanışıyoruz filmde: Baba Jake, anne Kyra, evlat edindikleri Çinli Mika ve kendi kültüründen kopmasın diye ona bir nevi abilik eden Yang adlı robot. Günün birinde Yang aniden bozuluyor. Jake, kızı üzülmesin diye onu tamir ettirmenin bir yolunu bulmaya çalışıyor. Bir yandan da bu süreçte robotun mu daha insanlaştığını yoksa insanın mı daha robotlaştığını sorgulamaya başlıyor.
2017 tarihli “Columbus” ile hafızalara kazınan Kogonada, yeni filmini “Yang’dan Sonra”yı Alexander Weinstein’ın “Children of the New World” kitabındaki “Saying Goodbye to Yang” adlı kısa hikâyesinden uyarlamış. Hikâyenin merkezindeki robotun isminin Yang olması tesadüf değil elbette. Çin kültüründe iki karşıt anlamın oluşturduğu bu dengeyi tanımlayan “yin yang”ın yang’ı bu. Birbirini tamamlayan zıtlıklardan yin karanlığı, yang ise aydınlığı temsil ediyor. Filmde de Yang adlı robotun bozulması, aile içi dengeyi sekteye uğratırken başka bir açıdan da yeni keşiflerin kapısını aralıyor. Yani yokluğun tetiklediği varoluş sorgusu birbirini tamamlıyor aslında.
Hangimiz daha insanız?
Felsefik alt metni güçlü bir film “Yang’dan Sonra”. Sükuneti ve melankolisi de buradan geliyor. Robot Yang insani duyarlılıklar geliştirirken, iletişim kurmanın inceliklerini deneyimlerken Jake’in özelinde ise insanlığın aslında aile içinde bile iletişimden uzaklaştığını, yaşamın nimetlerini fark etmeden yaşadığını, şöyle güzel demlenmiş özel çaydan keyif almayı bile unuttuğunu vurguluyor film. Dolayısıyla bir robot; aile, bilinç, hafıza ve yas üzerinden insana, insan olduğunu hatırlatmış oluyor. Küçük Mika üzerinden de yabancı düşmanlığı ve ötekileştirmeyi eleştirmeyi ihmal etmiyor. Bir beyaz, bir siyah ve bir Uzakdoğulu’dan oluşan aile, belli ki dünyayı bir çatı altına barış içinde sığdırabiliyor. Robotun geliştirdiği bilinç ve aileye hâkim olan yas duygusu da birbirini tamamlayan zıt kavramlar olarak öne çıkıyor.
Kyra rolünde Jodie Turner-Smith, Mika rolünde Malea Emma Tjandrawidjaja ve Yang rolünde Justin H. Min pek başarılı ama asıl şaşırtıcı olan, çılgın performanslarına alışık olduğumuz Colin Farrell’ın sakin, hüzünlü, duygusal bir karakterle karşımıza çıkması. Filmin içerdiği melankolinin perdedeki temsilcisi, Farrell’ın masum ve şaşkın yüzü oluyor. İzledikten sonra kafanızda kendi hayatınızla ilgili sorgulamalar yaptırmaya teşvik etmesi de filmin seyirciye anlamlı mirası ve hediyesi.
Vizyonda öne çıkanlar
“Minions: The Rise of Gru/Minyonlar 2: Gru’nun Yükselişi”: Gru, 1970’lerin ortasında dönemin moda saçları ve İspanyol paça kot pantolonlarıyla banliyöde büyümüştür. Hırçın Altılı olarak bilinen kötüler grubunun hayranı olarak onlara katılabilecek kadar kötü olma planları yapmıştır. Neyse ki sadık takipçileri olan ve kargaşa yaratan Minyonlar’ın desteğini alır. Seslendirme kadrosunda Steve Carell ve Jean-Claude Van Damme başta olmak üzere pek çok yıldız var.
“Evlat Olsa Sevilmez”: Samet oldukça saf ve doktorasını vurdumduymazlık üzerine yapan 30 yaşlarında bir gençtir. Annesi Gülgün ile yaşayan Samet’in hayatı bir gün annesinin rahatsızlanması sonucu değişir. Gülgün ölümcül bir hastalığın pençesindedir ve şimdiye kadar “kalk ekmek al gel” bile demediği Samet’ten evlenmesini ister. Filmin oyuncu kadrosunda Günay Karacaoğlu ve Sadi Celil Cengiz dikkat çekiyor.