19.11.2021 - 07:00 | Son Güncellenme:
MÜJDE IŞIL - Pablo Larrain’in Prenses Diana’yı anlatacağı filmin haberleri ilk çıktığında bunun alışıldık bir biyografi olmayacağını biliyorduk. Çünkü önümüzde “Neruda” ve özellikle de “Jackie” örneği vardı. Larrain “Jackie”de, Başkan John F. Kennedy’nin öldürülmesinden sonra First Lady Jacqueline Kennedy’nin cenaze hazırlıklarıyla uğraşırken kocasının kaybıyla yüzleştiği birkaç günü anlatıyordu. Yönetmen benzer yapıyı “Spencer”da da kuruyor.
Film “gerçek trajediden uyarlanmış bir masal” notuyla başlıyor hikâyesini anlatmaya. 1991 yılının Noel’inde, Kraliçe’nin Sandringham Sarayı’nda toplanan İngiliz Kraliyet Ailesi’ni görüyoruz. Diana’nın isteksizce katıldığı bu kutlama, onun için ruhsal bir işkenceye dönüşüyor. Bulimia adlı yeme bozukluğundan mustarip genç kadın, bir yandan kocası Prens Charles’ın ihanetiyle bir yandan da geleneklerin ve Kraliçe’nin baskısıyla başa çıkmaya çalışıyor. Sürekli baba evine ve çocukluğuna dönmeye çalışıyor. Çocuklarının yanındayken nefes alabiliyor sadece.
Hep tek başına
Pablo Larrain; Diana’nın kapana sıkışmışlığını, kapatıldığı kafesteki çırpınışını, nefessiz kalışını, şatafat içinde boğuluşunu seyirciye birebir yaşatmayı amaçlıyor. Bunu gerçekten başarıyor da… Şiir gibi bir kâbusun içine sürüklüyor bizi. Tıpkı Diana’nın Külkedisi masalının kâbusa dönüşmesi gibi… Rengârenk kıyafetler, geniş ve ferah alanlar, zengin sofralar içinde ve kalabalık arasında onu tek başına gösteriyor. Hayal ile gerçek arasında dolaşan anlatı, Diana’nın içine düştüğü ruh halinin etkisiyle gerilim formuna bürünüyor zaman zaman. Bu gerilimin yükselmesinde Diana’yı köşe bucak takip eden, Kraliçe’nin sadık koruyucusu rolündeki usta oyuncu Timothy Spall’ın payı da epey büyük.
Diana’yı canlandıran Kristen Stewart, çoğunlukla yakın yüz planıyla perdeye geldiği filmde etkileyici bir oyunculuk sergiliyor. Filmin hemen başında ve bazı sahnelerde taklit tarzı hissedilse de genel anlamda Diana’nın ruh halini başarıyla yansıtıyor. Stewart bu rolüyle 2022’de En İyi Kadın Oyuncu kategorisinde Oscar’ın favorisi ilan edildi bile. “Jackie”de aynı kategori için aday olup da ödüle uzanamayan Natalie Portman yerine, yine bir Pablo Larrain filmiyle Kristen Stewart ödüle kavuşacak mı, göreceğiz.
Tenis tarihini yazan baba
“Spencer” gibi “King Richard/Kral Richard: Yükselen Şampiyonlar” da Oscar sezonunun iddialı yapımlarından… Özellikle başroldeki Will Smith’in En İyi Erkek Oyuncu dalında güçlü bir aday olduğu tahmin ediliyor. Belki de Kristen Stewart ve Smith, kariyerlerinin ilk Oscar’ını 2022’de kazanacaklar.
Reinaldo Marcus Green’in yönettiği film, tenis tarihinin efsanevi kardeşleri Venus ve Serena Williams’ın azimli babaları Richard Williams’ın mücadelesini merkeze alıyor. İki kızının da dünyaca tanınan sporcu olacağını daha doğmadan planlayan Richard, onları başarılı birer yıldız yapabilmek için kimseye kulak asmadan adım adım stratejilerini uyguluyor.
“King Richard/Kral Richard: Yükselen Şampiyonlar” bugünden bakıca eski usul bir yükseliş hikâyesi. Belki yıllar önce izleseniz “bir baba kızları uğruna neler yapmış” dedirtip çok daha etkileyici olabilirdi. Ancak bugünden bakınca proje çocuk yetiştirmenin, çocukluğu yaşamayı engelleyen bir baskı mekanizması olduğu görülüyor. Her ne kadar sonuç başarılı olsa da sürecin psikolojik açıdan sorun içerdiği gerçeği, filmi izlerken zihninizin bir yanında duruyor. Irkçılık, varoşlardaki zorlu yaşam gibi hayati sorunlara şöyle bir değinip Richard’ın çocuklarını böyle yetiştirecek kadar hırslanmasının nedenlerini bir iki cümleyle geçiştiren film, sadece sonuca odaklanıyor. Anlatının merkezine Venus’ün alınması ve bugün hâlâ yıldız mertebesini koruyan Serena’nın arka planda kalması da hikâyede boşluk yaratıyor. Yine de koyu bir tenisseverseniz ve özellikle Venus ile Serena’nın yükseliş yıllarına tanıklık ettiyseniz, filmi ilgiyle izleme ihtimaliniz yüksek.