19.12.2021 - 07:00 | Son Güncellenme:
Müjde Işıl - Her buhran kendi çıkış yolunu yaratıyor. İkinci Dünya Savaşı’nda da böyle oldu. Savaşta bozulan moraller, yıkılan hayaller müzikallerin renkli dünyası ile perdede şifa buldu. Özellikle ‘50'li ve ‘60'lı yıllarda “Singin' in the Rain”den “West Side Story”e, türün başyapıtları geldi arka arkaya. Bu müzikaller, savaş mağduru dünyaya kaçış kapısını araladı. ‘70'lerde rüzgârı devam etse de adım adım beyaz perdenin terk edilmiş türüne dönüştü müzikaller.
2000’lerin başından itibaren tür yeniden canlanmaya başladı. 11 Eylül saldırıları ve ardından ABD’nin kıtalararası işgali dünyayı yeni bir buhrana sürüklerken müzikaller de perdeye daha sık gelir oldu. Özellikle son dönemlerde müzikallerin rengârenk dünyasının yükselişinde Trump ve benzeri ayrımcı liderlerin verdiği negatif mesajların da etkisi olduğu gözlerden kaçmıyor.
Yine özellikle son dönemde müzikallerin yeniden hatırlanmanın ötesine geçip Oscar başta olmak üzere ödül yarışında iddialı olduğunu görüyoruz. 2016’nın “La La Land” efsanesi gibi yeniden çevrim “West Side Story”nin de 2021’in gözdesi olduğu aşikâr. O halde 2000’lerde yeniden şahlanan türün en hatırda kalan filmlerini yeniden hatırlayalım.
“Moulin Rouge!”: 19. yüzyılın Paris’inde geçen ve Baz Luhrmann imzalı film, 21. yüzyılın müzikal anlayışını etkileyerek müzikali yeniden popüler bir tür hâline getirdi. Nicole Kidman ve Ewan McGregor’un başrolleri paylaştıkları yapım, alışıldık bir aşk üçgeni hikâyesiymiş gibi görünse de hem nostaljik hem yenilikçi hem de gerçeküstü bir anlatıma sahip. Queen'in "The Show Must Go On"u, Madonna'nın "Material Girl"ü, Elton John'un "Your Song"u gibi yakın dönemin birçok popüler şarkısını 19. yüzyıl Paris’inde yeniden düzenlenmiş hâliyle bu müzikalde dinlemek, alışılmadık ve etkileyici bir deneyim.
“Dancer in the Dark”: Kim demiş, müzikaller sadece renkli ve hoş hikâyeler anlatır diye? Dogma 95 akımının kurucusu Lars von Trier, 2000’lerin hemen başında müzikal türüne öyle bir dokunuyor ki seyirci uzun süre bu ağırlığın altında ezilip kalıyor. Başrolünde İzlandalı şarkıcı Björk’ün rol aldığı film, Amerika’daki bir göçmen annenin dramıyla müzikallerin katı gerçeklerden kaçış kapısını, trajedinin ve fedakârlığın acı odasına giriş eşiğine çeviriyor.
“Les Misérables/Sefiller”: Tom Hooper, Victor Hugo’nun ölümsüz eserini, 1964’te Jacques Demy'nin “Les Parapluies de Cherbourg/Cherbourg Şemsiyeleri”nde yaptığı gibi karakterlerin tüm diyaloglarını şarkılarla anlattığı, kesintisiz müzikle birleştirdi. Bu filmden üç yıl önce, 2009’daki Oscar Töreni’nde harika bir ikili olan Hugh Jackman ve Anne Hathaway yeniden bir araya gelip şarkı söylediler. Her şey çok etkileyiciydi de Russell Crowe’un sesi müzikale hiç gitmemişti.
“The Greatest Showman”: Karşımızda yeniden Hugh Jackman var. 19. yüzyıl New York'unda hayata geçirdiği yenilikler ve uyguladığı taktikler ile (her ne kadar ahlaki açıdan tartışılsa da) gösteri dünyasının temellerini atan P.T. Barnum'un hayatını anlatan film, Jackman’ın müzikal yeteneği ve canlandırdığı kahramanın ilginç macerası ile akıllarda yer etti.
“Mamma Mia!”: 70’ler boyunca müzik dünyasının tozunu attıran ABBA şarkılarının bir nevi kolajını yapmak üzerine hazırlanmış müzikalden uyarlanan filmde “Dancing Queen”, “The Winner Takes It All”, “Money Money Money”, “S.O.S” gibi nice şarkıyı dinlemek çok hoştu da asıl harika olanı, kızını tek başına büyütmüş, bağımsız ruhlu eski şarkıcı Donna rolünde Meryl Streep’i izlemekti. Pierce Brosnan ve Colin Firth de ellerinden, daha doğrusu gırtlaklarından geleni yapmaya çalıştılar. Devam filmi ise ilkinin başarısına erişemedi.
“La La Land”: Yakın dönemin ikonik filmi… Muhtemelen uzun bir süre şarkılarıyla, danslarıyla ve döktürdüğü gözyaşlarıyla hafızalarımızda yer eden bir başka müzikal izlememiz zor. Ryan Gosling ve Emma Stone’un müthiş uyumu bir yana "A Lovely Night", "City of Stars", "Another Day of Sun" başta olmak üzere neredeyse tüm şarkıları efsaneye dönüştü. Büyük aşkı bölen ayrılık nedeni birazcık zorlama olsa da özellikle yeni neslin müzikal denince aklına ilk gelen yapım olarak hafızalarına kazındı.
“West Side Story”: Steven Spielberg, çocukluk hayali olan meşhur müzikali, orijinal filmin 60 yıl sonrasında yeniden perdeye taşıdı. 60 yıl sonra bile dünyada göçmenliğin, sınıf ayrımının, ötekileştirmenin azalmadığını, tam tersine büyüyerek çığa dönüştüğünü tatlı tatlı, renkli renkli, danslı müzikli yüzümüze vurdu. İyi ki de yaptı.