04.04.2021 - 07:00 | Son Güncellenme:
Ceyda Ulukaya / İstanbul
Ceyda Ulukaya / İstanbul
Bilim tarihçisi, diplomat ve yazar Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu, yaklaşık 40 yıldır Osmanlı bilim ve eğitim kurumları tarihi konusunda yürüttüğü çalışmalarla dünya çapında tanınan bir isim. Son günlerde imza attığı iki çalışma da, yine alanında mikro ve makro düzeyde olmak üzere temel eserler kategorisinde yerini aldı. Bunlardan ilki, TÜBA Yayınları’ndan çıkan ‘Gelibolulu Mustafa Âli’nin Künhü’l Ahbâr’ında Medrese ve İlmiye”, İhsanoğlu’nun ifadesiyle “Osmanlı’nın ilim hayatına dair mikroskobik tahlilin bir numunesi”. Diğeri ise Routledge Yayınları’nın prestijli serisi Variorum Collected Studies kapsamında yayımladığı ‘Studies on Ottoman Science and Culture’. İhsanoğlu’yla pandemi sürecinde yayına hazırladığı eserler vesilesiyle bir araya geldik.
Öncelikle sormak istiyorum, iki kitabı da karantinada mı yazdınız?
Bu iki eser, uzun yılların çalışma mahsülü, damla damla birikerek bardağı dolduran türden çalışmalar. O yüzden bazı kitapların arkasında 20-30 sene süren çalışmalar var. Yazıyorsunuz, bir yerde tıkanıyorsunuz, sonra bir belge görüyorsunuz, bir fikir geliyor, tekrar açılıyor, çalışıyorsunuz. O bakımdan uzun yıllar paralel şekilde yürüttüğüm çalışmaları, son dönemde sırayla alıp bitirerek baskıya hazırladım diyebilirim. Benim için kapanma döneminin faydası bu oldu. Bir gözden geçirme ve tamamlama süreci. Bir de birçok kaynağı, kitapları, makaleleri internet üzerinde bulmak mümkün oldu. Müthiş bir şey bu. Bu kolaylıklar eskiden yoktu.
Ana kaynak sayılıyor
Gelibolu Mustafa Âli’nin Künhü’l-Ahbâr’ına gelelim. Kendisi 16. yy’da yaşamış bir Osmanlı tarihçisi, aynı zamanda bürokrat. Neden önemli bir figür?
Bizim Osmanlı tarihi içindeki ilk asırlar, yani 14. ve 15. asır medreseleri hakkındaki bilgimiz, sınırlı kaynaklara dayanıyor ve çoğu da münferit bilgiler. Osmanlı medreselerinin yapısı, hiyerarşisi konusunda tam bir bilgiye sahip değiliz. Bu bilgileri ilk defa Mustafa Âli, Künhü’l-Ahbâr’ında veriyor. Daha çok da Fatih devrini anlatıyor. Hatta o dönemi mükemmelleştirerek çok ütopik bir tablo çiziyor. Baktığınızda, sunduğu bu bilgiler hep standart kabul edilmiş. 20. yy medrese tarihi, ilmiye tarihi, ulema tarihini yazan büyük alim ve tarihçi İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Âli’nin anlattıklarını aynen kabul ediyor ve onun üzerine modelini kuruyor. Ondan sonra gelen ve medrese tarihiyle ilgilenen tüm tarihçiler de hep Uzunçarşılı’yı ana kaynak kabul ediyor. Ancak tarihi araştırmalarda olması gereken bir husus var. Kaynakların mukayeseli bir metotla kontrol edilmesi. Bu yapılmamıştır. Bu yüzden de Osmanlı medrese ve ilmiye tarihi içinde ilk asırlar içinde boşluklar ve cevaplandırılması gereken sorular vardır.
‘Üslubu çok tantanalı’
Nedir onlar? Bazı yanlış anlaşılmalar olduğuna da değiniyorsunuz...
Âli, medreseden yetişmiş olmasına rağmen ilmiye sınıfına girmeyen bir isim. Bürokrat sınıfına giriyor ama gözü hep ilmiyede. Bürokrat sınıfında ise gözü hep yükseklerde, istediği yüksek payeye ulaşamıyor. Onun için bazı subjektif tarafları var. Bir de döneme dair bazı tenkitleri var. Bazı tenkitleri çok yerinde ama bazıları abartılı. Bunları ayırmak lazım. O abartılı tenkitlerin dürbünüyle bakarsanız, o zaman Osmanlı’da eğitim ve ilim hayatı felaket diye anlarsınız, ki böyle değil tabii. İkincisi kullandığı kaynaklar. Fatih devrine ait medrese bilgilerinde temel iki kaynak kullanıyor: Biri Fatih Medreseleri Vakfiyeleri. Diğeri meşhur Fatih Kanunnamesi. Devlet nizamını, teşkilatını ve protokolünü düzenleyen kanunname. Elimizde olan bu iki kaynakla mukayese ettiğinizde Ali’nin alıntıladığı kısımlarla birebir örtüşmeyen noktalar olduğunu görüyorsunuz. O zaman acaba bunları okumuş mu yoksa bilgileri şifahi nakille mi aktarmış, bunun tespiti var. Bir de Ali’nin üslubu çok tantanalı, musanna bir üslup, ağdalı bir dil ve bu nedenle mana kayıyor. Edebiyat yapayım derken yanlış anlamalara yol açıyor.
Ne gibi?
Fatih devrinin meşhur veziri Mahmut Paşa’yla ilgili yazdığı bir cümle, “Ulemadan zuhur etti” cümlesi mesela, ondan sonraki dönemde gelenlerin “Mahmut Paşa ulemadandır” diye yorumlamasına yol açıyor, ki değildir. Kendi Künhü’l-Ahbâr’ında Mahmut Paşa hakkında bilgi verdiği üç yerde onun ulemadan olduğunu söylemiyor; devşirme olduğunu, Hırvat olabileceğini anlatıyor. Devrin ilim hayatını yazan başka bir önemli yazar olan Taşköprüzade de bahsetmiyor. O bakımdan bunu bu şekilde anlamak büyük bir yanlışlıktı ancak bu şekilde anlayan çok sayıda araştırmacımız var. O yüzden bu kitabı, Osmanlı tarihinin bu konusu hakkında mikroskobik tahlilin bir numunesi olarak görebiliriz. Bunu da Künhü’l-Ahbar’ın en eski ve en iyi yazılmış altı nüshasına dayanarak, tabii aradaki farkları da göstererek tenkitli neşir yoluyla hazırladım.
‘Osmanlı tarihini fanus içinde incelemek yanlış’
Sizin Osmanlı tarihine yaklaşıma yönelik bazı eleştirileriniz de var. ‘Studies on Ottoman Science and Culture’ kitabınızda bu eleştirilere de yer veriyorsunuz.
Bizim bazı tarihçilerimizin Osmanlı tarihini bir fanus içinde araştırmaları, önü arkasına bakmadan, tecrit edilmiş bir hadise olarak incelemeleri söz konusu. Tarihi bu şekilde yorumlamak doğru değil. Osmanlı müesseseleri, kendisinden önceki Anadolu Selçukluları, beylikler gibi çok zengin köklere sahiptir. Osmanlı bunları geliştirip kendi yapısına uygun hale getiriyor. Batı Avrupa’yla illişkisi de benzer. Baktığınızda Avrupalılar 16. ve 17. yy’da Osmanlı’daki bilgilerin peşinde. 18’inci yüzyıl başına kadar da Osmanlı’yla Avrupa arasındaki mesafe fazla değil. Osmanlı kendi kendine yetiyor. Avrupa’dan kendisinde olmayan şeyleri almak istiyor. Mesela takvim yapmakta Uluğ Bey’in astronomik cetvellerini kullanıyorlar fakat bazı eksiklikler var. Bunu Fransızlardan alıp tercüme ediyorlar. 19. yy’a kadar oradan alıp kullanmak, tercüme, adaptasyon ve benzeri şekilde sürüyor, o bilimi yeniden üretmek hakim zihniyet haline gelmiyor. Bu vakit alıyor. Daha sonra bu noktaya geliyorlar ama artık çok geç oluyor. Baktığımızda bugün hâlâ bizim araştırma geliştirme için milli gelirden harcadığımız yüzde çok azdır.
‘Nepotizme kapı açmamak gerekir’
Âli’nin değindiği konulardan biri de medreselerin bozulması. Bugünden bakınca medreselerin bozulmasının sebepleri ve sonuçlarına dair hangi dersleri çıkarabiliriz?
Toplumlarda zaaflar olunca, bu zaaflar kurumlara da sirayet ediyor, tıpkı toplumlardaki dinamizm ve gelişmenin kurumlara sirayet etmesi gibi. Biz Fatih devri öncesi, Kanuni devrine kadar bunları görüyoruz ama bazı büyük alimlerin evlatlarına imtiyazlar tanınması gibi istisnalar da görüyoruz. Genel bir fırçayla tek renk yapmamak lazım. O dönemden alınacak en önemli ders ise standartlara sadık kalmak ve nepotizme kapı açmamaktır. Standartları yüksek tutmak için terfiler, nakiller konusunda esaslara riayet etmek ve nepotizme kapı açmamak gerekir. Nepotizmde ehil olmayanları getirip bir yere koyarsınız ve sonuç felaket olur.