11.02.2022 - 07:01 | Son Güncellenme:
MÜJDE IŞIL - Sinema tarihi, eski ve modern klasiklerden daha çok, o klasiklere benzemek isteyen yapımlarla dolu. Hatta şunu söylemek hiç de yanlış olmaz: Bazı filmler, kendinden önceki bazı filmlerin ne kadar iyi olduğunu tekrar tekrar kanıtlamak için var sanki. Bu hafta sinemalarımıza gelen “Uncharted” da tam da böyle bir yapım.
Tarihle harmanlanmış bu aksiyon maceranın başkahramanları Nathan Drake ve Victor Sullivan. Drake, abisiyle yetimhanede büyümüş ama onun izini yıllar önce kaybetmiş, araklama yeteneği gelişmiş bir genç. Victor Sullivan ise profesyonel bir hırsız. İkisinin yollarını kesiştiren, Macellan’ın yüzyıllardır bulunamamış ve giderek efsaneye dönüşmüş, kayıp altınları. Ancak altınların peşinde başkası da var ve ne pahasına olursa olsun altınları ele geçirmeye kararlı. Böylece dünyanın bir ucundan diğer ucuna uzanan büyük macera başlıyor.
“Uncharted” aslında Amy Hennig’in oyun konsolu için yarattığı 2007 tarihli ve günümüzde de hâlâ popüler olan bir oyun. Ve o zamandan beri sinemaya uyarlanması planlanıyordu. O süreçte Nathan Drake’i Mark Wahlberg’ün canlandırması düşünülüyordu. Köprünün altından çok sular aktı ve Wahlberg kadroda yerini korusa da Drake karakteri Tom Holland’a teslim edildi. Daha doğrusu filmin zaten yürütücü yapımcılarından biri olduğu ve Örümcek Adam rüzgârını da arkasına aldığı için film, Holland merkezinde yol aldı. Peki, sonuç ne oldu? Açıkçası daha film vizyona girmeden önce, oyunun hayranları, Nathan Drake’in yaş olarak olgun bir karakter olduğu için Mark Wahlberg’e daha uygun düştüğünü ifade edip rolün Tom Holland’a gitmesine olumlu yaklaşmadılar. Oyunun hayranlarının tepkileri yoruma açık. Çünkü bu filmde hangi rolü kime verirlerse versinler sonuca olumlu yansımayacakmış. Zaten onların enerjisini ortaya çıkaracak bir senaryo ve parlak yönetim becerisi eksik.
Bondvari açılış
Aslında yaratıcı ekibe baktığımızda öyle deneyimsiz isimler çıkmıyor karşımıza. İlk uzun metrajı “Zombieland” ile sempatimizi kazanan Ruben Fleischer, yönetmen koltuğunda. “Iron Man”, “Transformers: The Last Knight” ve “Men in Black: International”in senaristleri Art Marcum ile Matt Holloway de senaryoyu yazmış. Ortaya ise hem “Indiana Jones” hem de “Karayip Korsanları” olmaya çalışan ama merak ve eğlenceyi birleştiremeyen bir macera-aksiyon çıkmış. Aslında filmin Bondvari açılış sahnesi hayli başarılı ve sonrası için beklentiyi yükseltiyor. Sonrasında ise sürekli bazı filmleri taklit etme hâli filmin ritmini düşürüyor. Finale doğru toparlanır gibi oluyor ama o noktada bile heyecan seviyesi tavan yapmıyor. Kahramanları için heyecanlanmadığınız filmin aksiyonu da olmuyor.
Tom Holland ve Mark Wahlberg’ün performansına gelince... İyi bir aksiyon oyucusu olan Wahlberg, filmde Holland’ın önüne geçmemesi için frenlenmiş ya da kendini frenlemiş gibi oynuyor. Geçtiğimiz haftalarda “Chaos Walking/Kaos Yürüyüşü”de izlediğimiz Tom Holland ise bir süre daha Örümcek Adam’ın güvenli imajını ve performansını aşamayacak gibi görünüyor.
Finalinden devam filmi geleceğini bangır bangır bağıran “Uncharted”ı, özellikle bu türü seviyorsanız sinemada deneyimleyin yine de. En azından günlük sorunlarınızı iki saatliğine de olsa unutmanıza yardımcı olacaktır.
‘Ben kül yutmam’
Shakespeare oyuncusu ve sevdalısı olarak bildiğimiz Kenneth Branagh sinemada bir yanda türden türe koştuğu oyunculuk kariyerinde perdeye farklı rollerde gelirken bir yanda da kendi hayatından izler taşıyan “Belfast” ile Oscar ve BAFTA için yarışıyor. Son dönemde Agatha Christie eserlerine özel bir ilgi duyduğu malumumuz. 1974 tarihinde sinemaya da uyarlanan “Murder on the Orient Express/Doğu Ekspresinde Cinayet”i 2017’de yeniden perdeye getirmişti. Filmi hem yönetmiş hem de kül yutmaz dedektif Hercule Poirot’yu canlandırmıştı. Filmin gişe başarısı ve de Agatha Christie eserlerinin yeni kuşaklar arasında yeniden popüler oluşuyla Branagh, ikinci Christie uyarlaması için kolları sıvamıştı.
Karşımızda yine daha önce perdeye gelmiş bir eser var. 1978 tarihli “Death on the Nile” o zamanın efsane kadrosuyla çekilmişti. Hercule Poirot’yu Peter Ustinov’un canlandırdığı o filmde Bette Davis, David Niven, Jane Birkin, Maggie Smith gibi yıldız isimler rol alıyordu. Branagh yeniden yönetmen koltuğuna oturup Hercule Poirot’ya hayat verdiği yeni “Death on the Nile/Nil’de Ölüm”de ise Tom Bateman (Branagh’ın “Doğu Ekspresinde Cinayet”inde de aynı karakteri canlandırmıştı) Annette Bening, Gal Gadot, Armie Hammer ve Letitia Wright’ı bir araya getiriyor.
Zengin Linnet Doyle, yakın arkadaşının nişanlısı Simon’a âşık olup evleniyor. Yakınlarını, dostlarını ve hizmetçisini yanına alarak düğününü Mısır’da kutluyor. Nil Nehri’nde beraberce gemi seyahatine çıkıyorlar. Ancak genç kadının öldürülmesi üzerine gemideki herkes şüpheli hâle geliyor. Tabii ki bu gizemi çözmek Hercule Poirot’ya düşüyor.
Önceki filmdeki gibi senaryosunu yine Michael Green’in yazdığı film, sadece “katil kim?” sorusunun etrafında dönmek yerine farklı noktalardan seyirciyi yakalamayı hedefliyor. Öncelikle bir nevi süper kahraman muamelesi yaparak, Hercule Poirot’nun geçmişine gidiyor ve onun nasıl kül yutmayan ama duygusal olarak hassas biri hâline geldiğini seyirciye gösteriyor. Açıkçası filmin klasik anlatımına bu hamle hayli dinamizm ve güncellik katıyor. Orijinal kahramanlar üzerinde yapılan değişiklikler, Poirot’nun özel yaşamındaki ketumluğunu ve eski aşk hayatını açmak üzerine kurulmuş daha çok. Filmin ısrarla üzerinde durduğu konulardan biri de sınıf farkı ve sosyal eşitsizlik. Günümüz toplumlarının değişmeyen problemlerinin filmde sık sık vurgulanması yerinde bir tercih olmuş. Nihayetinde, Christie sevenlerin ve klasik tarzdaki katil kim oyununun tutkunlarının ilgiyle izleyeceği bir film “Nil’de Ölüm”. Kenneth Branagh’ın Hercule Poirot’yu kişiselleştirmesini ve onu canlandırırken aldığı keyfi izlemek ise filmden geriye kalan en güçlü his oluyor.