21.11.2024 - 07:01 | Son Güncellenme:
Melisa Vardal - Rock müziğin öncü gruplarından Jethro Tull, Türkiye’de! Grup, 23 Kasım’da Volkswagen Arena’da hayranlarıyla buluşacak. 1967 yılında kurulan ve blues rock’tan folk müziğe, cazdan klasik müziğe kadar farklı türleri kendine özgü bir şekilde harmanlayan Jethro Tull, yarım asırdan uzun süredir müzik dünyasında önemli bir yere sahip. Flüt kullanımını rock müziğinde ön plana çıkaran grup, İstanbul konserinin öncesinde müzik endüstrisindeki değişimden grubun müzikal evrimine, “RökFlöte” albümünün yaratım sürecinden sanatçıların toplumsal sorumluluklarına kadar pek çok konuda sorularımızı yanıtladı.
■ Kariyeriniz boyunca birçok müzik türünü harmanladınız ve flütü rock müziğinde ön plana çıkardınız. Müzik tarzınızın evrimi hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Müzik her zaman keşif ve dönüşümle ilgili. Jethro Tull’un yolculuğu, farklı türleri bir araya getirerek yeni bir ses yarattı. Başlarda blues ve jazz rock’tan ilham aldık; ancak kısa sürede folk, klasik ve progresif unsurları harmanlamaya başladık. Bu süreçte flüt, yalnızca bir yan enstrüman olmaktan çıkıp, şarkıların melodik ve anlatısal yapısını yönlendiren bir lider enstrüman hâline geldi. Heyecan verici bir kontrasttı. Ama tüm bu denemeler boyunca, Jethro Tull’un özünde bir şey hep sabit kaldı: Müziğimizde köklere sadık kalarak, arayışa devam etmek.
■ Müzik endüstrisi yıllar içindeki değişimini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Benim başladığım 1960’lardan bu yana muazzam değişimler geçirdi. Analog kayıtların zengin dokusundan, günümüzün dijital akış dünyasına geçiş yaptık. Bu, hem olanaklar hem de zorluklar yarattı. Eskiden bir albüm yapmak, bir hikâye anlatmak ve onu fiziksel bir formatta dinleyiciye sunmak büyük bir ritüeldi. Bugün, müzik daha hızlı tüketilen, kolay erişilen bir hâle geldi; ancak bu hız, bazen sanatçının anlatmak istediği hikâyenin derinliğini kaybetmesine neden olabiliyor. Bence bu dönemde müziğin ruhunu kaybetmemek, sanatçılar için en büyük meydan okuma.
■ İskandinav mitolojisinden ilham alan “RökFlöte” albümünüzün yaratım sürecinden biraz bahseder misiniz?
İskandinav mitolojisinin insanlığın doğayı, yaşamı ve ölümü anlayışını yansıtan derinliği beni etkiledi. Mitolojiyi tarihsel kökenlerine odaklanarak ele aldım. İskandinav paganizmi Hindistan’dan Avrupa’ya, oradan da İskandinav ülkelerine yayılmış. Mitolojiyi toplumu kutuplaştırmak için kullanmaya karşıyım, bazı grupların bunu milliyetçi ve tehlikeli şekillerde kullanması beni rahatsız ediyor. Benim ilgim felsefi ve tarihsel. Albüm başlangıçta enstrümantal olacaktı ama mitolojinin geniş dünyası müziğin içine sızdı. Her şarkıyı belirli bir yapı çerçevesinde tasarladım: Üç kıtada ilgili tanrının tarihsel bağlamını, sonraki iki kıtada ise modern dünyadaki yansımalarını ele aldım. Örneğin, Njord’un denizlerin ve rüzgârların tanrısı olarak mitolojik rolü, modern çağda denizcilerin yaşam mücadelesine ve çevresel sorunlara bir kapı aralıyor.
‘Sanat etkili bir araç’
■ İklim krizine hem üretimleriniz hem açıklamalarınızla dikkat çekiyorsunuz. Sizce sanatçılar bu tür küresel sorunlarda nasıl bir rol oynamalı?
Çok az sanatçının bilimsel bir geçmişi olduğunu veya eriştikleri verileri doğru şekilde yorumlama becerisine sahip olduğunu göz önüne alırsak en iyisi, bu konuda farkındalık yaratmaya ve sorunu vurgulamaya odaklanmaları olacaktır. Bazıları ise ne yazık ki iklim değişikliği inkarcıları arasında yer alabilir ve kısa vadeli kazançlar uğruna küresel kirliliği daha da kötüleştirme riskini göze alan milliyetçi ve popülist liderlerin etkisine kapılabilir. İlk iklim değişikliği şarkımı 1973 yılında yazdım ve o zamandan beri bu konuda sanatın bir araç olarak ne kadar etkili olabileceğini gördüm. Sanatçılar, bilgiyi yaymak ve insanları harekete geçirmek için güçlü bir sese sahip ancak bu rol bilgiyle dengelenmelidir.