22.10.2023 - 07:00 | Son Güncellenme:
Ümran Avcı- "Ovada Paldır Küldür” ile 2020 Fakir Baykurt Öykü Ödülü’nü alan Mustafa Orman, “Annem Gittiğinden Beri Çiçek Ekmiyoruz Bahçeye” adlı eseriyle de Vedat Türkali Roman Ödülü’nün sahibi oldu. Orman; düğümü hikâyenin finalinde çözülen kitabında ‘Kendilerini içine sığdıramadıkları bir hayattan kaçarken’ sınırlarda hayatını kaybeden göçmenleri odağına aldı. Sınırda kar altında kalarak donanları, tipiyle boğulanları, ‘yüzlerinde dert okunanları’ anlattı. Kederden unutma hastalığına yakalanan yaşlıların, acıdan ölmek isteyen kayıp yakınlarının dertlerine ortak etti okurunu. Kars çevresinde geçen “Annem Gittiğinden Beri Çiçek Ekmiyoruz Bahçeye” romanı üzerine konuştuğumuz Mustafa Orman, “Vedat Türkali’yle yan yana anılmak, beni daha büyük bir motivasyonun içine sürükledi” diyor.
■ Ovada Paldır Küldür kitabınız 2020 Fakir Baykurt Öykü Ödülü’ne layık görüldü. İlk romanınızla da Vedat Türkali Roman Ödülü’nü aldınız. Bu iki değerli ödülün motivasyonu kadar sorumluluğu da vardır üzerinizde diye düşünüyorum.
Ödülün sorumluluğu isimle yan yana düştüğünde başlıyor zaten. Daha iyi eserler üretmenin yolu buradan geçiyor, ödülün rehavetiyle tepetaklak düşen birçok yazar gördük, ben bunlardan olmayacağımı düşünüyorum. Şimdi Vedat Türkali’yle yan yana anılmak, beni daha büyük bir motivasyonun içine sürükledi. Şu an yazdığım iki roman da bu durumdan nasibini alıyor. Vedat Türkali’nin yolu, onun düşünceleri ben ve onun gibi düşünen insanlar için büyük bir okul. Var olan meseleleri eğip bükmeden anlatmış bir yazar. Onun gölgesinden etkilenmemek mümkün değil.
■ Romanda Hanip, para karşılığı ceset ticareti yapıyor. Göçmenlerin üzerinden çıkan para ve değerli eşyaları muhtarla paylaşıyor. Oysa kendisi de benzer acıların mirasçısı… Romandaki “İyi insanlar da kötülük yapabilir” sözünün karşılığı gibi…
Bir insanı, ancak karşısındaki insan yücelik makamında gösterebilir. Her şey insanın anlam verme ve anlamlandırma duygusuyla yükselip aynı zamanda alçalıyor. Bir zamanlar yüceler yücesi saydığımız insanları şu an en dipte görebiliyoruz. Hatta bazen görmüyoruz bile onları. O zaman çok büyük gelmiş gözümüze şimdi ise çok küçük görüyoruz. Oysa insanın değerinden bir şey eksilmiyor. Aynı değerde kalıyor, bizim verdiğimiz anlamlar yerle bir oluyor. Yerle bir olan biziz, karşımızdaki değil. İnsan dediğimiz varlık hem iyiliği hem kötülüğü içinde barındırır. İyiliği yapma sebebi de kötülüğü yapma sebebi de yaşamda kalma dürtüsüdür. Hanip de bunlardan biri. Ne daha fazla ne daha eksik. İnsanı kolayca suçlamanın, kolayca yüceltmenin, kolayca yere çalmanın bir görev bilinciyle yapıldığı coğrafyada yaşıyoruz. Onu anlamanın temeline inmek yerine en kısa yoldan onu yaşamın dışına itmeye çalışıyoruz. Ben buna karşı çıkıyorum. Bu ülkede mağduriyet çok çabuk ele gelen bir şey. Bir kere mağdur oldunuz mu, ömür boyu bu sizde alışkanlık yapar ve onun konforuyla yaşarsınız. Bir daha mağdur olmazsanız bile mağdurluk zırhını bir kere giydiğiniz için artık öyle davranırsınız. Suçlu olmayan bir insana ‘suçluluğu’ giydirdiğinizde ise bir süre sonra o insan suçlu hisseder kendini ve öyle yaşamaya başlar.
■ Romanda insanlar unutma hastalığına yakalanıyor. Asaf, bunun da nedenini araştırıyor. “Kimi hatırlayarak yaşar, kimi de unutarak” deniyor romanda. Murathan Mungan da geçtiğimiz günlerde verdiği bir röportajında, “Türkiye unutarak ayakta kalan insanların ülkesi” demişti.
Murathan Mungan gibi büyük bir yazarın sözleri kıymetli. Fakat ona katılmıyorum. Bilinçli bir unutma, insanı ayakta tutamaz. Biz her şeyi -mış yaparak yaşayan bir toplumuz, bu yüzden iflah olmuyoruz. Tarihin satır aralarında değil, tarihin paragraflarında yüzleşilecek birçok olay varken, sürekli bunu unutmaya yönelik dikte eden bir kesim varken ve bunlar her gün geleceği karanlığa sürüklüyorsa, insanların yaşamlarını yerle bir ediyorsa, evlere ateş düşürüyorsa, anneleri yerlerde sürüklüyorsa ayakta kalan hiçbir şey yoktur. Her şey yıkılmıştır. Ev alev almıştır. Buna ayakta kalmak diyemeyiz.
■ Bazen de insan unutmaz da unutmuş gibi yapar kendini korumak için…
Unutmanın tamamen sökülüp atılan bir şey olmadığını çoğumuz deneyimlemiş durumdayız. Bir ağaç hastalandığında önce aşılarız, sonra dallarını budar bekleriz. Eğer iyileşmezse bu sefer ağacı gövdesinden keseriz, buna ‘sürgün verme’ işlemi deriz. O ağacın gövdesinden bir dal yeşermeye başlar, böylece ağacın iyileştiğini görürüz. İnsan da biraz böyle bence.
Sözlü kültürü kayıt altına alıyorum
■ Bir röportajınızda, “Bireyler, hayattan intikam alma duygusuyla kendisine yöntemler belirler” demiştiniz. Roman kahramanı Asaf da çocukluğundan beri hikâyeleri yurt ediniyor kendine… Bunda otobiyografik öge var mı?
Elbette. Her yazarın kendi yaşamı metninin derininde makberdir. Ama metnin tamamı yazarın yaşamından doğar diyemeyiz. Romanda Asaf karakterinin yer yer Kars’ta yaşayan ‘hikâye anlatıcısı’ Ayhan Erkmen’in köy köy gezip hikâye biriktirmesinden doğduğunu söyleyebilirim. Aynı zamanda ben de köylere giderek sözlü kültürü kayıt altına alıyorum. Erkmen, bir röportajında gittiği bir köyde, köydeki bir kadın anlatmaya başlamadan önce şöyle demişti: “Bu dilsiz ve sağır gecenin üzerine yemin ederim ki” Ben de kendi adıma şöyle söyleyebilirim: Gözleri, kulakları, ağzı olan bir dünyada herkes her şeye kör, sağır ve dilsiz davrandıkça, yalanı hakikat diye sundukça hiçbir şeyin hissine kabil olamayız.