25.08.2023 - 07:00 | Son Güncellenme:
MÜJDE IŞIL
MÜJDE IŞIL- “Gran Turismo”nun hemen başında başkahramanın odasının duvarında “Senna”nın posteri dikkatimizi çekiyor. O “Senna” ki hem belgesel hem de araba yarışı anlatısında bir nevi zirve noktası. Rekabeti değil kötücüllüğü körükleyen sistemi ve bu sistemin kurbanı Brezilyalı Formula 1 pilotu Ayrton Senna’yı anlatan, Asif Kapadia imzalı belgeselle ortak dertleri varmış izlenimi veriyor bu yüzden. İki filmin ortak noktaları yok değil ama “Gran Turismo” riskli ve yaratıcı hamlelere girişmeden bir gişe filminden beklentileri yerine getiriyor.
Jann Mardenborough, futbolcu babasının aksine araba yarışlarına tutkun ve konsol oyunlarında başarılı bir genç. Bir araba markası, konsol oyunu Gran Turismo’yu en iyi oynayan gençler arasında bir yarışma düzenleyip kazananı gerçek bir pilot olarak pistte yarıştıracağını açıklıyor. Jann, uzun boyuna ve medyatik görünmeyen tavırlarına rağmen bu zorlu süreçten galip ayrılmaya çalışıyor.
Riskli alanlar
Parlak bilimkurgularla başladığı kariyerinde “District 9”, “Elysium”, “Chappie” gibi dikkat çeken yapımlardan sonra “Demonic” adlı doğaüstü korku ile çıtasını düşüren Neill Blomkamp, şimdi de yarış filmiyle karşımızda. “Gran Turismo” yönetmenin sadece gerçek yaşam öykülü ilk filmi değil, senaryosuna dahil olmadığı da bir film. O yüzden de Blomkamp’tan beklenmedik kadar düz, klişelerle örülü bir anlatımı var. Blomkamp’ın varlığını simülasyon sahnelerinde hissetmek mümkün ama filmin genelinde değil. Jann’ın konsol ve direksiyon başındaki sahneleri, bilimkurgu estetiğiyle donatılmışçasına profesyonelce. Ama Blomkamp bunu bile klişeye bağlamaktan geri durmuyor. Örneğin yarış arabasının parçalara ayrıldığı o güzelim sahnede, önceki diyaloğu hatırlamayanlar için tekrar ediyor!
Film, yoksul ya da ezik bir karakterden ziyade içine kapanık ve seçimi yüzünden ailesini utandırmama kaygısına vurgu yapıyor. Dolayısıyla “Senna”daki sistem sorgulamasını ya da “Rush”daki zıt karakterlerin saygılı rekabetini kendine dert edinmiyor. Altın varaklı arabasında herkesi küçümseyen, görmemiş zengin çocuğunu arada bir kötü karakter olarak göstermekle yetiniyor, o kadar. Sınıf çatışmasına da hileli yarışa da şöyle bir değinip kaçıyor, risk almıyor. Duyguları körüklemek için aşırı müzik kullanımından da sakınmıyor. “Gençleri seçimlerinde rahat bırakın ve onların yollarını tıkamayın” mesajı ise en gönül alan tarafı.
Jann’ı canlandıran Archie Madekwe’nin hatırda kalacak bir performansı yok ama David Harbour ve Orlando Bloom’u izlemek hayli keyifli. Bu arada filmin “Senna” ya da “Rush” ile kıyaslandığında zayıf ve klişe kalmasına rağmen iki saati aşkın süresince, heyecanlı yarış sahnelerinin de avantajıyla sıkılmadan izlendiğini de not düşelim.
Kont değil yaratık
Bram Stoker’in 1897 tarihli “The Captain’s Log” adlı romanının yedinci bölümünden uyarlanan “The Last Voyage of the Demeter/Drakula: Son Yolculuk” Stephen King ve Guillermo del Toro’nun filmle ilgili attığı övgü dolu tweet’ler ile gündeme geldi önce. King “Film nefesimi kesti” dedi, del Toro da “muhteşem, içi dopdolu ve vahşi” olarak tanımladı.
Senaryosunu Bragi F. Schut’un yazdığı, yönetmen koltuğunda Norveçli André Øvredal’ın oturduğu film; ejderha amblemli ahşap sandıkları Varna’da Londra’ya taşımak üzere kiralanan Demeter adlı ticari geminin okyanus yolculuğunda hayatta kalmaya çalışan ve her gece gemideki acımasız bir varlık tarafından sinsice takip edilen mürettebatın başına gelenleri anlatıyor. Yönetmen Øvredal filmini “gemide geçen ‘Alien’” olarak tanımlamış. Kapitalizmin kan emiciliğini temsil eden vampiri gerçekten de bir yaratığa dönüştürmüş film. O kadar ki Drakula efsanesinden ziyade katliam peşindeki bir canavar çıkmış ortaya. “The Shining” ve “Titanic”e göndermeleriyle zekice bir duruş sergiler gibi görünse de kanatlı bir yaratığı öldürmek için gemi batırma fikri, senaryo derslerinde okutulması gereken ciddi hatalardan.