31.12.2021 - 07:00 | Son Güncellenme:
MÜJDE IŞIL - Sinema, belli bir dönem popüler olup sonra unutulmuş yahut sadece belli bir kesimin bilgi dağarcığında gizli kalmış kişileri tüm dünyaya tanıtmakta önemli bir rol üstleniyor. “The Electrical Life of Louis Wain” de böyle yapımlardan biri. Filmi izledikten sonra seyirci, Louis Wain’in trajik hayatını ve güzel gözlü, insanlar gibi kriket oynayan, bisiklete binen kedilerini araştırmaya koyulacak muhtemelen.
Louis Wain, hayatı ve eserleriyle hakikaten ilginç bir sanatçı. H.G. Wells “Bir kedi stili, bir kedi toplumu, koca bir kedi dünyası yarattı. Louis Wain’in kedileri gibi görünmeyen ve yaşamayan İngiliz kedileri kendilerinden utanıyor” diye tanımlamış sanatçının etkisini. 1860 doğumlu Wain, gençliğinde çeşitli gazete ve dergilere dışarıdan çizim yaparak hayatını kazanır. Kız kardeşlerinin mürebbiyesi Emily Richardson ile evlenir. Ancak eşinin ölümcül bir hastalığa yakalanması, sanatçının hayatında dönüm noktası olur. Hastalık sürecinde çift, Peter adını verdikleri kediyi sahiplenir. Louis Wain, Emily’yi eğlendirmek için kedi resimlerine odaklanır. Emily’nin bu resimlerdeki cevheri fark etmesiyle sanatçının üretimleri de çoğalır. Illustrated London News'in editörleri, bunların bir kısmını yayımlamayı teklif eder. Emily’nin vefatından kısa bir süre önce, A Kitten's Christmas Party (150 kedi çizimi) gazetede çıkar ve Louis Wain hızlıca şöhreti yakalar. Wain ve kedileri 1880'lerden Birinci Dünya Savaşı’na kadar da popülerliğini devam ettirir.
Claire Foy’un enerjisi
Oyunculuk kökenli yönetmen Will Sharpe ve senarist arkadaşı Simon Stephenson; bu yaşam öyküsünün ilginçliğine, kedilerin sempatisine ve Benedict Cumberbatch’ın varlığına o kadar sırtını dayamışlar ki, filmin senaryosunu kuvvetlendirmek adına özel bir çaba göstermemişler. Filmin büyük bölümü Louis-Emily aşkının etrafında dolaşıyor. Dolayısıyla Emily vasıtasıyla kedi çizimlerinin gelişimi ile popülerliği, odaktan uzaklaşıyor ve arada kaynayıp gidiyor. Hele Wain’in yaşlılığında yeniden keşfedilmesi ise üstünkörü harcanıyor. Tüm bu süreçte film de aşk, animasyon, kendini iyi hisset, dram türleri arasında dolanıp duruyor. Will Sharpe belli ki biraz Tim Burton biraz da Wes Anderson tarzını yakalamak istemiş. Senaryoda zorlansa da görsel açıdan hedefe yaklaştığını söylemek mümkün. Wain’in nahif ve kedilerinin hınzır dünyası, masalımsı bir tonda perdeye yansıyor.
Benedict Cumberbatch için 2021’in altın değerinde geçtiğini söylemek abartı olmaz. Doktor Strange olarak “Spider-Man: No Way Home”de karşımıza çıkan oyuncu, “The Power of the Dog”daki performansı ile muhtemelen En İyi Erkek Oyuncu Oscar’ını kucaklayacak. Ancak “The Electrical Life of Louis Wain” için "Oyuncunun filmografisinde kayda değer bir yere sahip” demek çok zor. Her ne kadar sırtını ona dayamaya çalışmış olsa da filmin asıl parlayanı, Emily Richardson rolüyle Claire Foy. Karakterine getirdiği zarif ve derin yorum ile Foy, filmin enerjisini hakikaten yükseltiyor. Filmde Taika Waititi’yi Amerikalı gazeteci Max Kase ve Nick Cave’i de H.G. Wells rolünde izliyoruz. Olivia Colman ise “anlatıcı” olarak sesiyle yer alıyor.
Kara filmden melodrama
“Crime Story-The Last Job/Son Görev” Oscarlı iki oyuncuyu, Richard Dreyfuss ve Mira Sorvino’yu ilk kez bir araya getirirken hem dramatik bir baba-kız hem de alengirli bir suç hikâyesi anlatıyor.
2016 yılında geçen film, Ben Myers adlı bir “baba” ile tanıştırıyor bizi. Eski bir mafya babası olan Ben, yasal olarak affedilmiştir ama eski güçlü günlerini özler. Babalık yapmadığı kızlarıyla arası iyi değildir. Kansere yakalanınca, sevdiği kadın Nan için endişelenir sadece. Günün birinde evi soyulan Ben, eski günlerdeki gibi intikam peşine düşer. Ancak görünürdeki suçun ve suçluların arkasında bambaşka bir gerçek gizlidir.
Adam Lipsius’un yazıp yönettiği film, oyuncularının rüzgârını da arkasına alarak etkileyici bir kara film olmayı hedefliyor. Aslında sürprizli ve duygusal senaryosunun buna çok müsait olduğunu söylemek mümkün. Belki daha profesyonel ellerde bu hedefine kolaylıkla ulaşabilirmiş ama Adam Lipsius’nun doğru isim olmadığı kesin. Filmin hikâyesinde ve tarzında ciddi bir karmaşa hâkim. Suç filminden melodrama kayıp sosyal eleştiri gücünü bir anda kaybediyor mesela. Oysa seçim kampanyası kısmı, göçmen nüfus ve ondan oy devşirmek için yapılan oyunlar konusunda pek iğneleyici bir dil tutturmuş. Lipsius’un karakterlerini kendileriyle yüzleştirmek yerine Inarritu’ya öykünerek kesişen hayatlar formatına bel bağlaması, dağınık olan senaryoyu tipik bir melodrama çevirmiş.
Richard Dreyfuss ve Mira Sorvino, perdeye çok yakışan oyuncular. Ancak filmin dağınıklığı içinde onlar da kaybolmuş gibiler. Özellikle Dreyfuss’un yaş almış intikamcı karakteriyle uyuşamadığını görmek hayli üzücü. Yine de iki oyuncunun da ellerinden geleni yaptığını söylemek mümkün.