13.03.2022 - 07:00 | Son Güncellenme:
Müjde Işıl - Gerçek hayatta yemek yapmayı sevenler ve yemek yemeyi sevenler olarak ayrılsak da perdeye gelen ‘lezzetli’ filmlerden hoşlanmayanımız yoktur herhâlde. O filmler bazen geçmişle hesaplaştırır, bazen olmazı olur kılar, bazen kalpleri yumuşatır ama sonuçta hepsi de iştahımızı fena hâlde açar. Gelin beraber o filmleri hatırlayalım ve hazır hatırlamışken de azıcık atıştıralım.
"Chocolat" (2000)
Lasse Hallström’ün yönettiği filmi Joanne Harris’in romanından Robert Nelson Jacobs senaryolaştırdı. Bir anne-kız sıradan bir Fransız kasabasında çikolata dükkânı açar. Monoton günler geçiren kasaba ahalisinin rutinini değiştirip “tatlı” bir yaşamın kapısını aralar. Evet, gerçekten de çikolatanın böyle bir sihri var ve neredeyse her karede karşımıza çıkan çikolataya karşı koymak imkânsız. Juliette Binoche ve Johnny Depp’li bu filmi izlerken, birkaç paket çikolata bitirebiliriz fark etmeden.
“Julie & Julia” (2009)
Gerçek yaşam öyküsünden uyarlanan, aralarında yaklaşık 50 yıl araları olan Julia ve Julie’nin yemek yoluyla kesişen yollarını ve bu sayede hayatlarını nasıl şekillendirdiklerini anlatan yapım, romantik komedilerin usta kalemi Nora Ephron’un vefatından önceki son filmi olma özelliğini de taşıyor. Başrollerdeki Meryl Streep ve Amy Adams’ın enerjisi, yemeklerin güzelliğiyle birleşince ortaya izlemesi pek keyifli bir film çıkıyor.
“Ratatouille” (2007)
Aşçı olmayı kafasına koyan bir fareyi mutfağa sokan, olsa olsa bir Pixar animasyonu olur… Kahramanımız Ramy’in tek bir hayali var; o da Paris’in en ünlü restoranında en güzel yemekleri hazırlamak… Filmi izlerken bir yandan fareciklere karşı önyargınızı yeniyorsunuz bir yandan da “Ah keşke Fransa’ya ışınlanıp o yemeklerin tadına baksam” diyorsunuz.
"La finestra di fronte/Karşı Pencere" (2003)
Ferzan Özpetek’in filmleri, dokunaklı hikâyeleri kadar leziz yemeklerin yendiği ve duygusal hesaplaşmalara sahne olan sofralarıyla da ünlüdür. Bunlar arasında “Karşı Pencere” biraz daha farklı bir yerde duruyor. Çünkü filmde yer alan çeşit çeşit pastalar, bastırılmış duyguları ve yalnızlığı simgeliyor. Evliliğinde mutsuz ve karşı komşusuna âşık bir kadın ile geçmişin yükünü taşımaktan yorgun düşmüş yaşlı bir erkeği pasta yaparken izlemek, bir yandan hüznümüzü katlarken bir yandan da tatlıya düşkünlüğümüzü körüklüyor.
“No Reservations/Aşk Tarifi” (2007)
Alman yapımı “Mostly Martha”nın yeniden çevrimi olan, Catherine Zeta-Jones ve Aaron Eckhart’ın kimyasıyla dikkat çeken bu romantik komedi, çoğu mutfakta geçmesi sebebiyle gerçekten de iştah kabartan bir yapım. İki şefin rekabet, nefret ve aşk üçgeninde gelişen ilişkisi, restoran mutfağında maharetli ellerden çıkan lezzetli yemekler eşliğinde keyifli bir seyirliğe dönüşüyor.
“Soul Kitchen/ Aşka Ruhunu Kat” (2009)
Birol Ünel’in vefatından dolayı artık bizler için hüzün içerse de sıra dışı bir mutfak filmi ile karşı karşıyayız. Hamburg’da eski bir depodan dönüştürülmüş köhne bir restoranın sahibi olan Zinos, az gelirlilerin gittiği bu yerde kendi yağıyla kavrulmaktadır. İşe aldığı yeni aşçı sayesinde bu eski püskü restoran yavaş yavaş bir gurme mekânına dönüşürken, lezzetli yemekler de kulaktan kulağa yayılarak efsaneye dönüşür.
“Burnt/Çok Pişmiş” (2015)
Adam Jones, birinci sınıf bir Paris restoranında şef olarak çalışsa da bu güzel hayatı bağımlılık uğruna yerle bir ediyor. Yaptıklarına pişman olunca da kariyerini toparlamak için kolları sıvıyor. Asıl hedefinde ise yemek dünyasının Oscar’ı olan Michelin yıldızını restoranına kazandırmak var. Bradley Cooper’ı bol bol mutfakta izlediğimiz filmde, sanat eseriymiş gibi tasarlanan her tabağı ve muhteşem görünümlü yemekleri izledikçe toksanız bile karnınız acıkıyor.