Kültür Sanatİsimlerini dünyaya duyurdular

İsimlerini dünyaya duyurdular

29.10.2023 - 07:00 | Son Güncellenme:

1925’te bir yarışma düzenlenerek sanatçı ve müzik öğretmeni yetiştirmek üzere Berlin, Paris, Budapeşte, Prag gibi Avrupa’nın önemli kültür şehirlerine yetenekli gençler gönderilmeye başlandı.

İsimlerini dünyaya duyurdular

Yurt dışında eğitim aldıktan sonra yurda dönüp Türk sanatının gelişimine katkıda bulunan isimler arasında Semiha Berksoy, Ahmet Adnan Saygun, Refik Epikman da vardı.

Haberin Devamı

İLK TÜRK PRİMADONNA

Semiha Berksoy sanatın birçok alanında ‘İlklerin kadını’ olarak tanındı. Opera sanatçısı, ressam ve tiyatro oyuncusuydu. Kalemi güçlüydü. Kendi hikâyelerini resmederek resme başlayacak, davudî sesiyle tiyatro ve operada dikkatleri üzerine çekecekti. Kariyerinde yüksek mertebelere gelmesinde Atatürk’ün de rolü önemliydi.

Şair bir baba, ressam bir annenin çocuğuydu Semiha Berksoy. Konservatuvarda okumuş, Namık İsmail’in atölyesine devam etmiş ve Tiyatro Okulu’nda eğitim almıştı. Sanatın içine doğmuş, sanatın her dalına ilgi duymuş, yeniliklere açık biri olarak sanatını büyütmüş, kendisi de sanatıyla birlikte büyümüştü. Azmi onu Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk kadın opera sanatçısı yapmıştı. Atatürk’ün direktifiyle hazırlanan ilk Türk opera temsili “Özsoy”da Ayşim başrolüyle dikkatleri üzerine çekmiş, Atatürk’ün de takdirlerini kazanmıştı. Öte yandan sanatsal temeli sağlam bu azimli sopranonun yeteneklerini iyiden iyiye ortaya çıkarabileceği bir ortama ve nitelikli bir eğitime ihtiyacı vardı. Bu noktada imdadına devlet bursu yetişmişti. Bu sayede 1939’da birincilikle bitireceği Berlin Devlet Yüksek Müzik Akademisi Opera Bölümü’ne kaydını yaptırabildi.

Haberin Devamı

Başarıları ona Avrupa sahnelerine giden yolu açmış, aynı yıl Richard Strauss’un “Ariadne Auf Naxos” operasında Ariadne rolünü kapmış ve böylece Avrupa’da sahneye çıkan ilk Türk opera primadonnası olmuştu. Kariyerine İstanbul Konservatuvarı’nda ses uzmanı olarak devam eden Semiha Berksoy, Türk operasında birçok esere imza attı. Müzik, resim ve tiyatro gibi sanatın farklı alanlarında aynı zamanda var olan sanatçı, çağdaş Türk sanatının en renkli isimlerinden biri olarak adını sanat tarihimizin sayfalarına altın harflerle yazdırdı. Berksoy, 2004 yılında İstanbul’da 94 yaşında hayata gözlerini yumdu.

İsimlerini dünyaya duyurdular

ANADOLU İLE BATI’YI BULUŞTURDU

Ahmet Adnan Saygun, Türk Beşleri’nin en  tanınmış üyesi, başyapıtını Birleşmiş Milletler’de dinletmiş bir besteci ve orkestra şefiydi. Ancak bu mertebeye gelmesi hiç de kolay olmadı. Ne zengin ve güçlü bir ailede yetişmiş ne de üniversiteye gitmişti. Yine de kişisel gelişiminde mütevazı ailesinin rolü önemliydi. Babası İzmir Millî Kütüphanesi kurucusu ve Mevlevilik müntesibiydi. Sanata ve eğitime kıymet veren kadirşinas bir adamdı. Oğlunu çok istemesine rağmen üniversiteye gitmeye ikna edemediyse de Şeyh Cemal Bey’den ud ve makam, İsmail Zühtü Bey’den ise solfej ve armoni dersleri almasını sağlamış, eğitimiyle de yakından ilgilenmişti. Adnan Saygun henüz 17 yaşında Fransızcadan çeviriler yapacak kadar bu dile hâkimdi. İlkokulda müzik dersleri veriyor ve bir kırtasiye işletiyordu. Ancak işleri yolunda gitmemiş, iflas nedeniyle kırtasiyeciliği bırakmak zorunda kalmıştı. 1928’de devletin açtığı yurt dışı eğitim bursu sınavına girmesiyle birlikte hayatı değişti. Üç yıl Schola Cantorum’da bestecilik eğitimi gördü. Başyapıtlarından “Yunus Emre Oratoryosu”na teknik açıdan ışık tutacak “Fâtiha Suresi Üzerine 16’ncı Yüzyıl Tarzında Modet”ini de işte bu dönemde yazdı. İlk uluslararası başarısını da aynı dönemde, orkestra için “Divertimento”yla elde etti. Bu başarıları ona Ankara’nın yolunu açtı.

Haberin Devamı

Henüz 24 yaşında Musiki Muallim Mektebi’ne kontrpuan öğretmeni olarak atandı. 1934’te, Atatürk’ün direktifiyle sadece 27 günde, Cumhuriyet’in ilk operası olan “Özsoy”u besteledi, sahneye koydu. Oyunun prömiyeri Atatürk’ün özel konuğu İran Şahı Rıza Pehlevi’nin huzurunda sahnelendi. Oyun çok beğenildi.

Haberin Devamı

Ünlü Macar besteci Bela Bartok ile birlikte bütün Anadolu’yu dolaşan Saygun, etnomüzikoloji alanında ilk kayıtları gerçekleştirdi. 1942’de asıl başyapıtı sayılan “Yunus Emre Oratoryosu”nu besteledi. Sanat çevrelerinde büyük yankı uyandıran bu eser 1958’de dünyaca ünlü orkestra şefi Leopold Stokowski’nin yönetiminde New York’ta, Birleşmiş Milletler’in kuruluş yıl dönümünde icra edildi.

Üretken bir sanatçıydı. Beş senfoni, pek çok opera, konçerto ve kuartet besteledi. Müzik üzerine 17 kitap yayımladı. Ünlü Alman müzik yayımcısı Reinhard Flender’e göre Saygun’un müziği Bartok ve Stravinski tarafından geliştirilen ritmik devrimin izinden gitmiş; Ravel, Debussy gibi izlenimcilerin ortaya çıkardığı yeni tınılardan beslenmişti. Müzikte yepyeni bir dili, Akdeniz üslubunun temellerini atmıştı. Times gazetesinde ölümü üzerine çıkan bir değerlendirmede belirtildiği gibi Saygun,  “Sibelius Finlandiya, De Falla İspanya ve Bartók Macaristan için ne ifade ediyorsa Türkiye için onu ifade ediyordu”. Ahmet Adnan Saygun, 1971’de yürürlüğe giren Devlet Sanatçılığı Kanunu çerçevesinde devlet sanatçısı unvanına layık görülen ilk kişi oldu.

Haberin Devamı

İsimlerini dünyaya duyurdular

Yeniliklerin ressamı

Cumhuriyet’in birinci kuşak sanatçılarından ve ilk ressamlarından biri olan Refik Epikman, Sanayi-i Nefise Mekteb-i Âlisi’nden mezun olduktan sonra eğitimine İbrahim Çallı’nın atölyesinde devam etti. Atatürk’ün teşvikiyle Avrupa’ya gönderilen ilk öğrenciler arasındaydı. 1924’te Paris’te Julian Akademisi’nde, Paul Albert Laurens atölyesine katıldı. Bütün canlılığıyla akıp giden Paris’in sanat ve cemiyet hayatına kendini kaptıran Epikman, şehirde ne gezmedik galeri ne de ziyaret edilmedik müze bırakmıştı. Çok boyutlu sanatçılığında bu dışa dönüklüğünün büyük faydalarını görecekti. Bu sürede izlenimci akımın etkisi altında yetişti.

1928’de yurda dönen Epikman, Akademi’ye yardımcı öğretmen olarak atandı. Bir yıl sonra Müstakil Ressamlar ve Heykeltıraşlar Birliği’nin kurucu üyeleri arasında yer aldı. Bu dönemde izlenimcilik anlayışından tamamen uzaklaşarak konstrüktif resimler yapmaya başladı, bu dönem eserlerinde kullandığı renk ve ışık, izlenimcilikte kullanılandan tamamen farklı özelliklere sahipti. En önemli eseri kabul edilen “Bar”ı bu dönemde tuvale aktardı. Süreç içerisinde kübist anlayışın yansımalarını çalışmalarına dahil etti. 1933’te Ankara Atatürk Lisesi resim öğretmenliğine atanan Epikman, 1939’da Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Resim Bölümü’nde atölye öğretmenliği görevini üstlendi, emekli olduğu 1966’ya kadar bu görevini sürdürdü. 1950’lerle birlikte dönemin eğilimlerine uygun olarak soyut resme yöneldi. 1960 sonrası yapıtlarında soyut renk ve biçim uygulamalarına eğildi. Bu resimlerinde, tuval yüzeyine dağılan geometrik renk yüzeylerinin görsel ve duygusal çağrışımları serbest fırça vuruşlarıyla dinamizm kazandı. Ölümünden bir gün önce 1974 Mayıs’ında düzenlenen 36. Devlet Resim Heykel Sergisi’nde ‘Şeref Ödülü’ne layık görüldü.

İsimlerini dünyaya duyurdular