21.01.2022 - 07:01 | Son Güncellenme:
Müjde Işıl - Ouistreham, Fransa’nın Manş Denizi kenarında ve İngiltere'nin karşı kıyısında bulunan bir liman. Caen bölgesine bağlı… Buradan İngiltere’ye yataklı feribot kalkıyor sürekli. Feribotun limana varıp tüm yolcularını indirmesi ve yeni yolcularını alıp yeniden yola çıkması arasındaki zamanda 300’e yakın odanın temizlenmesi gerekiyor ve her oda için temizlik personelinin sadece 4 dakikası var. Çoğunluğu kadın olan emekçiler, geceleri gündüzlerine karışmış şekilde ekmek parası için bu zorlu koşullarda çalışmak zorunda. Libération, Le Nouvel Observateur ve Le Monde’da yazan, 2005’te Irak Savaşı’nı haber yaparken kaçırılıp beş ay boyunca esir tutulan Fransız gazeteci Florence Aubenas’nın yolu bu limanla kesişiyor. 2009’da gazeteci kimliğini gizleyerek burada temizlikçi olarak çalışıyor. Deneyimlediklerini de “Le Quai de Ouistreham” adıyla 2010’da kitaplaştırıyor. “Ouistreham” filmi işte bu çok satan kitaptan uyarlama…
Juliette Binoche’un hayat verdiği Marianne’ı önce iş arayan, orta yaşlı ve iş tecrübesi olmayan bir kadın olarak tanıyoruz. İş bulma kurumuna başvuruyor ve danışmanın yönlendirmesiyle temizlikçilik için daha uygun olduğuna kanaat getirip geçici işlerde çalışmaya başlıyor. Bu vesileyle daha genç yaşlarda hayatın yükünü sırtlamış kadınlarla tanışıyor. Zamanla aralarında güçlü bir bağ kuruluyor. Ancak Marianne’ın yazacağı kitap için onlardan kimliğini sakladıklarını bilmiyorlar. Marianne ise kitabı için daha çok veriye erişmek amacıyla Ouistreham’da çalışmaya başlıyor.
Yaşanmışlık hissi etkili
Emmanuel Carrère, Florence Aubenas’nın kitabından uyarlayıp yönettiği “Ouistreham”da, Chloé Zhao ve Ken Loach karması bir yapıma imza atmış. Ken Loach benzeri, çünkü işçi sınıfının sorunlarına onun gibi hâkim ve duyarlı… Chloé Zhao benzeri, çünkü neredeyse amatör isimlerden kurulu bir oyuncu kadrosuyla derdini anlatıyor; böylece yarı kurmaca, yarı belgesel bir tarza dönüşüyor film. “Ouistreham”ın kadrosu Juliette Binoche haricinde hemen hemen amatör kişilerden oluşuyor ve bu yüzden de “yaşanmışlık” hissi çok kuvvetli.
Film derdini iki koldan anlatıyor. Öncelikli olan, ekonomik sorunların ve işsizliğin orta-alt sınıftaki bireyler üzerindeki etkisi. Arada erkek karakterleri gösterse de asıl yükü çekenlerin kadınlar olduğunun altını çiziyor film. Kadınlar bazen yeni bir yere gitme ümidiyle bazen çocuklarına tutunarak ayakta kalmaya çalışıyor. Kendi aralarında kurdukları dayanışma ve korumaya çalıştıkları mizah gücüyle zorluklara direniyorlar. Marianne, başta ‘Fransız’ kaldığı ortamda zamanla empati kurmayı öğreniyor. Yazarlık refleksiyle daha çok araştırmaya ve kendini daha fazla zorlamaya çalışıyor. Bu noktada filmin ikinci amacı çıkıyor karşımıza. Üst sınıftan gelen Marianne’ın “metot yazarlığı” tarzının etik olup olmadığını sorgulamamızı istiyor. Yönetmen en başta Marianne’ın kimliğini, diğer karakterler gibi seyirciden de gizlemeyi tercih ediyor. Ancak sonrasında seyirciyle bu sırrı paylaşıyor ve Marianne’nın yaşadığı gelgitler ve oraya ait değilmiş hissi, seyirci için anlam kazanıyor. Yine de işçilerle karşılıklı röportaj yapmak yerine kimliğini gizleyerek, bir nevi casus olması ve onlardan biriymiş gibi davranması, kimin çıkarı daha önemli diye düşündürüyor. İşçileri ve emeklerini görünür kılmak için bu gizlenme yöntemi mubah mı? Ve kitabını bitirdiğinde Marianne konfor alanına geri dönmeyecek mi? Sınıflar arasındaki keskin farka dikkat çeken filmin finali, bu açıdan anlamlı bir noktada bırakıyor hikâyeyi.
Cannes Film Festivali'nde “Yönetmenlerin 15 Günü Bölümü”nün açılış filmi olan ve San Sebastián Film Festivali’nde seyircilerin oyuyla En İyi Avrupa Filmi seçilen “Ouistreham”da Juliette Binoche’u her zamanki gibi yine hayranlıkla izliyoruz. Amatör kadronun ondan epey rol çaldığı da gözden kaçmıyor. Yaşam ve iş koşullarını iyileştirmenin her toplum için elzem olduğunu vurgulayan film; ofiste, alışveriş merkezlerinde, restoranlarda vs. gece gündüz çalışan emekçilerin görünmez olmadığını ve onlara selam vermeden, kolaylıklar dilemeden yanlarından geçmememiz gerektiğini de hatırlatıyor hepimize.
Canım öğretmenim Ediz Hun
Sinemamızın efsane oyuncusu Ediz Hun, zarafetiyle ve görgüsüyle çok özlediğimiz, imrendiğimiz bir kuşağı temsil ediyor. Çoğumuz televizyonda onun filmlerini izleyerek büyüdük. Perdede izlemek ise büyük lüks. Çünkü uzun aralıklarla sinema projelerinde yer alıyor. Onu en son Cem Yılmaz’ın “Arif v 216”sında izlemiştik. Sonrasında “On Kişiydiler” adlı Agatha Christie uyarlamasında ilk defa tiyatro sahnesine çıktı. Hun, bir yandan tiyatro heyecanını yaşarken bir yandan da “Şöhretler Okulu”nun çekimlerine devam etti.
Usta oyuncu “Şöhretler Okulu”nda, kızını tek başına büyütmek zorunda kalmış Kemal Öğretmen’e hayat veriyor. Kızı Deniz, babasının müdürlük yaptığı okulu devretmeyi düşünmektedir. Fikir ayrılığı yaşayan baba-kızın imdadına yetenek yarışması yetişir. İkisi de kendi takımlarını kurup yarışmaya katılacak, galip gelen de okulun kaderini belirleyecektir. Kemal Öğretmen özel yeteneklere sahip öğrencileriyle, Deniz de bazı hilelerle yarışma için kolları sıvar.
Yarıyıl tatilinde izlenebilecek; çocuklara dayanışmak, adaletli olmak, yeteneklerinin ve hayallerinin peşinden gitmek gibi güzel mesajlar veren bir aile filmi “Şöhretler Okulu”. Kariyerinde profesyonel olarak hocalık yapmış Ediz Hun, pozitif duruşu ve enerjisiyle filmde hep parlıyor. Çocuk oyuncular da sempatiklikleri ve doğallıklarıyla deneyimli oyuncuya eşlik ediyor.