01.08.2021 - 07:00 | Son Güncellenme:
PABLO Casals’ı tanırsınız elbette. Hele yetmiş dokuz yaşında tutup da yirmi sekizinci baharında bir hanım kızla evlenişi onu sanat sahifelerinden dedikodu sütunlarına terfi ettirdiği için, adını duymayan kalmadı idi. Zamana, yaşlılığa, hastalığa kafa tutan sanatçı 1974’de doksan yedi yaşında öldü. Ama ölünceye kadar da dolu dolu ve yoğun yoğun yaşadı. Çok canlı ve hareketli bir insandı. Festivaller düzenler, orkestralar yönetir, flüt, keman, piyano, org, viyolonsel... Evet özellikle viyolonsel çalardı. Willhelm Furtwangler, Pablo Casals’ı viyolonsel çalarken dinlememiş olanlar, yaylı bir sazın tınlam kapsamını hiç bir zaman tam öğrenmiş olamazlar derdi.
İşte bu Pablo Casals, anılarının bir yerinde, bakın ne yazıyor:
- Arkamda bıraktığım seksen yıl süresince, her, ama her günüme hiç aksatmadan aynı şekilde başlamayı huy edinmiştim. Bu benim için hayati bir önem taşır. Her sabah yatağımdan kalkar kalkmaz doğru piyanonun başına geçer, Johann Sebastian Bach’dan iki prelüd ve iki fugue çalarım. Ve işte o anda içimi, olağanüstü, inanılmaz bir duygu kaplar: İNSAN OLDUĞUMUN FARKINA VARIRIM.
İNSAN OLDUĞUNUN FARKINA VARMAK kolay iş değil. Baksanıza, Pablo Casals çapında büyük bir sanatçı bile buna sabah ibadeti haline getirdiği Bach prelüdleri ve fugue’leri yoluyla varabiliyor.
Sabah saatleri günün altın saatleridir.
- Sabahı müezzinlerden önce yakalamak gerek, derdi rahmetli Sabahattin Eyuboğlu.
Paul Valery güne, bir kaç sahife Descartes, Andre Gide, bir kaç sahife Montaigne okumadan başlamazlarmış. Önce İNSAN OLDUKLARINI FARKETMEK için.
Peki biz güne nasıl başlıyoruz dersiniz?
Uyku sersemi çay masasının başına geçip gazetelere saldırarak.
Süleyman Bey ne buyurmuş, Bülent Bey ne yumurtlarmış, Alpaslan Bey ne savurmuş, CHP’nin Uysal-Ölçmen ikilisi AP’nin Erdem-Aygün ikilisini nasıl oturtmuş, Elverdi Paşa yine hangi mangalda kül bırakmamış, Celil Paşa kendisini nasıl hizaya getirip susturmuş, İhsan Sabri Bey Kissinger’i nasıl tongaya getirmiş, Kissinger nasıl ikili oynayıp, kıs kıs gülermiş, Cemil penaltıyı neden kaçırmış, Yasin bu yıl futbolu neden bırakacakmış, UEFA Real Madrid’i neden cezalandıracakmış, Ereğli’deki mahpuslar Yahya Demirel’in neden seviyorlarmış?
Böyle başlayan günden hayır mı gelir? Böyle seviyesiz ve biteviye haberlerle beslenen kafa gün boyunca olumlu şeyler mi düşünebilir?
Rahmetli hocamız İbrahim Hakkı Akyol, Avrupa ölçüsünde bir bilim adamı idi. Alaturka üniversitemizi islâh için İsviçre’den getirilen Prof. Malche en çok onu takdir ederdi. Prof Akyol kendi alanındaki uzmanlığı dışında İNSAN OLDUĞUNUN FARKINDA bir kimse idi. Bunu da Bach çalarak Montaigne okuyarak değil, sadece ve sadece kendini ham, hışır politik aktüalite haberlerinden uzak tutarak sağlardı.
Kaldı ki, onun gününde kamuoyu çok daha dallı budaklı ve çok yanlı idi. Bugünkü gibi yalnız ve yalnız politika ve spordan oluşmuyordu, o tarihte parlamento tartışmaları bu kadar ayağa düşmemişti. Gazetelerin çoğunun kültür ve sanat sahifeleri vardı. Vatandaş isterse seviyeli yüce alanlara da yönelebiliyordu. Şu son, on on beş yıldır bize bir haller oldu, bir politik çekişme ihtirasına, bizde liderler gibi, kendimize kaptırdık, yokuş aşağı paldır küldür gidiyoruz. İNSANI İNSAN YAPAN NİTELİKLER’i gün günden unutmaya başladık. Edebiyat, tiyatro, müzik, plastik sanatlar, bu hoyrat ve kırasıya ortamda eski anlamlarından adeta boşaldılar. Büyük çoğunluğun da “bunlara artık ne gerek var” diyebileceği bir hor görüye itilidirler.
Bunları niye yazıyorum. Geçen yazımda da söylediğim gibi on beş günlük bir Viyana konukluğundan yeni döndüm.
Orada on beş gün boyu gazete okudum, televizyon seyrettim, insanlarla konuştum. Ana tema ne iç ve dış politika tartışmaları idi, ne Kreisky’nin cafcaflı parti kongresi, ne Ortak Pazar sorunu, ne Avrupa’nın iktisadi geleceği.
Gazetelerin ilk sahife manşetlerini, televizyonun radyonun en uzun programlarını bir tek konu işgal ediyor: İki yüzüncü yılına basan Burg Tiyatrosu. Avusturyalıların büyük gururu Almanca konuşan ülkelerin tiyatro tapınağı Burg Tiyatrosu.
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu çöküp müttefikler onun suçunu küçük Avusturya Cumhuriyeti’ne yükledikleri zaman parlamento toplanmış, koca bir imparatorluğun büyük paralarla desteklediği bu kültür kuruluşunu sürdürebilecek miyiz sürdüremeyecek miyiz diye günlerce tartışmışlar. Boyutu eskisinin onda birine, mali gücü ise eskisinin yirmide birine indirgenmiş olan bu küçük Cumhuriyetin yeni parlamentosu ne yapmış biliyor musunuz? Kırmış sarmış, başka bölümlerden kısmış, ama Burg Tiyatrosu’na, bu yüce sanat simgesine imparatorluğun verdiği parayı dişinden tırnağından koparıp oy birliği ile sağlamış, komünisti ve konservatörü bu ülküde birleşmiş.
İşte şimdi Avusturya parlamentosunda bir milletvekilinin çıkıp da başka bir milletvekiline:
Sıç..ım senin çarkına diye iltifat yağdıramayışının nedeni kolayca anlaşılıyor. İNSAN OLDUĞUNUN FARKINA VARABİLMEK için politikadan başka şeyler de gerek.