19.07.2021 - 07:00 | Son Güncellenme:
Gözlerini de gözlerime kilitledi. Baş döndürücü bir andı. Birazdan patlayacak olan fırtınanın habercisi gibiydi bu bakışlar. Ve sonunda fırtına çok beklemedi. Zühre’nin dudakları ani bir hareketle vantuz gibi dudaklarıma yapıştı. Bu beklenmedik hareket karşısında ne yapacağımı şaşırmıştım. Zühre, bu isterik sarılmaya ve öpüşmeye duyarsız kaldığımı, yani karşılık vermediğimi görünce birden göğsüme başını yaslayıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.
“Özür dilerim, özür dilerim, özür dilerim…”
Göğsümdeki başını, saçlarını babacan bir tavırla okşayarak her şeyin yolunda olduğunu, yaptığı şeyin önemli olmadığını, duygusal bir patlama yaşadığını anlamasını istedim. Gerçekten de öyleydi.
***
Normal şartlar altında bu hareketi karşılıksız bırakmak istemezdim. Çekici bir kadının dudaklarının ve teninin sıcaklığı uzun zamandır hasret kaldığım, arzuladığım bir şeydi. Ama bunun ne yeri ne de zamanıydı. Kısaca kötü bir zamanlamaydı; en azından benim açımdan. Odaklanmamız gereken bir işimiz vardı ve ben meslektaşlarımdan, hele hele ekibimdeki bir kişiyle ve üstelik sevdiği adamı öldürmüş yaralı bir kadından bu şekilde faydalanmayı prensip olarak kendime yakıştıramazdım. Her ne kadar sevişme isteği vücudumun her zerresinde uyanmış, ayaklanmış olsa bile… Bu kadar kontrollü olmak gerekli miydi? Prensiplerin canı cehenneme mi demeliydim? Hangisi doğruydu, bilemiyordum. Ama yine de bildiğim yoldan gitmenin en doğru yol olduğuna inananlardandım.
Zühre hem ağlıyor, hem özür üstüne özür diliyor; hem de çok utandığı için, “Yüzünüze nasıl bakacağım şimdi?” diye söyleniyordu.
Ben de ona her insanın böyle isteklerinin olmasının doğal olduğunu, yaşadığı büyük travmanın psikolojik etkisinin sürdüğünü, eğer normal şartlar altında olsaydık bu davranışını asla karşılıksız bırakmayacağımı, onun ne kadar çekici bir kadın olduğunu anlatmaya çalışmıştım.
“Bunu unutalım, lütfen her şey eskisi gibi normale dönsün. Sen benden ne utan ne de özür dile… Bizim ekibin çok değer verdiğim bir elemanısın ve kişilikli bir insansın. Bunu ispatladın. Sevdiğin adamın ölümünü göze alarak hayatımı kurtarmış bir insansın. Beni öldürmesini engellemek için doğru yoldan ayrılmadan gözünü bile kırpamadan ateş ettin. Sana minnettarım. Hayatımın sonuna kadar da bu yaptığını asla unutmayacağım. Bunu böyle bil.”
Bu sözlerim onu biraz yatıştırmıştı. Kendini toparladı. “Yaptığından sakın utanma, çünkü çok normal, insani bir hareketti. Biz şu anda seninle iki arkadaşız, ast üst değiliz, eşitiz. İşimizin başına döndüğümüzde her şey güzel olacak ve eskisi gibi devam edeceğiz,” dedim son teselli edici darbeyi vurmak için.
“Hiçbir şey eskisi gibi olmaz artık komiserim.”
***
17 Kasım Pazartesi
Pazar gününü otel odasında öğlene kadar dinlenerek geçirmiştim. Zühre de cumartesi gecesi odasına dönmüştü. Sabah onu görememiştim. Sonra telefonuma yolladığı mesajını görmüştüm. “Komiserim dün gece için tekrar çok özür dilerim. Ben Muğla’ya dönüyorum. Pazartesi görüşürüz. Bir şey olursa lütfen arayın.”
Öğlene doğru kalkmış, kahvaltı öğle yemeği karışımı olan brunch yapmıştım. Sonra biraz Bodrum sahilinde Kale’ye kadar yürüyüşe çıktım. Bir ara Kale’nin içini görmeyi düşündüm ama sonra vazgeçtim. Kale gezisi işini, kafamın daha rahat olduğu başka bir güne ertelemeye karar verdim. Akşam saatlerinde de yağmur hafif çiselerken Muğla’ya doğru yola çıkmıştım. Eve gelince pazartesi toplantısı için notlarıma göz atıp hazırlıklarımı yapmıştım.
Son cinayet kurbanlarından Ömer Akbaş ve kahyası Kasım Topçu’nun Adli Tıp’tan ve Olay Yeri İnceleme’den gelecek raporlarını bekliyorduk. David’i hala takip ediyorduk. Savcılık eldeki delilleri yeterli bulmadığı için elektronik takibe izin vermemişti. Bu arada Seza’nın ekibindeki iki kişi de gece gündüz, Sedat Girit’in evi ile bahçesine bakan Ahmet Kıran’ın Gürece’de Kale Sokak’ta bulunan evini gözetlemeye yirmi dört saat iki vardiya olarak devam ediyorlardı.
Toplantıya yine Cengiz’in dışında Amir Sezai Başkomiser de dahil hepimiz katılmıştık. Cumartesi günü bulduğum bulguları ve akşam otel odasında geliştirdiğim düşüncelerimi toplantıda aktardım. Ömer Akbaş’ın Sadık Girit’ten satın aldığı mandalina bahçesini siteye dönüştürdüğü arazide, işlemleri başlatmadan önce kaçak kazı yapıldığını tahmin ettiğimi, çünkü tabelada site inşaat yazısının açıkça görüldüğünü, bunun da kazının kaçak olduğu yolundaki görüşlerimi desteklediğini, tabii her şeye rağmen yetkili mercilerden de araştırılıp soruşturulması gerektiğini anlattım. Bu anlatımımı fotoğraflar, radar görüntülerini ve belgeleri göstererek de destekledim. Kazı sırasında birtakım değerli heykel ve eşyaların çıkarıldığını da gösterdim. Gizli bir hazine bulmuş olduklarını ve fotoğrafların gizli çekilmiş olduklarını tahmin ettiğimi de ekledim. Fotoğrafların arkasındaki notları da bir bir okudum.
“Bu D çok tehlikeli bir adam, dikkat etmek lazım. Bu günün birinde bizi bile ortadan kaldırır.”
“Bu fotoğraflar ne olursa olsun saklanmalı, atılmamalı, elde koz. Gün gelir lazım olur.”
“Uçaktan yeraltı radar görüntüleri”
Bu notu Ömer Akbaş’ın yazıp yazmadığını anlamak için yazı uzmanının incelemesi gerektiğini ifade ettim. D adlı kişinin de David olabileceğini söyledim.
Herkes sessiz bir şekilde dinledi. Sıra görev paylaşımına gelmişti. Amir bu gelişmelerden memnundu ve keyfi yerine gelmişti. Hatta telefon edip toplantıya kurabiye ve çay getirilmesini bile söylemişti. Pek onun tarzı değildi ama artık olayın çözümüne yaklaşmış olabileceğini hissetmiş olacak ki böyle bir jest yapma gereği duymuştu.
ARKASI YARIN...