02.03.2025 - 07:02 | Son Güncellenme:
Ümran Avcı - Ebru Ojen edebiyatın sert, gerçekçi ve tekrara düşmeyen kalemlerinden. Yazar son romanı “Belgrad Kanon”da çocukluğunu, gençliğini bir günde arkada bırakanların tek bir gününe, 24 saatine odaklanıyor. Hikâyenin kahramanları Türkiye’den Belgrad’a giden siyasi mülteci İhsan ve Sedat ile Sırbistanlı çocuk Lubomir. Güzel düşlerin peşinde koşan ancak yaşamları heba olanların hikâyesine, 44 kez yerle bir edilen Belgrad’ın mekân olarak seçilmesi ise ayrıca ironik. Ojen, bu toprakların dışına götürdüğü okurlarına yabancı olmanın, güvende hissedememenin yakıcılığını gösteriyor. Hem de o topraklarda yaşayanların kültürel kodları, dil, üslup ve fonetikleriyle…
- Çete, mafya, mültecilik, göçmenlik meselelerinin işlendiği “Belgrad Kanon”, dünyanın artık kimse için güvenilir bir yer olmadığını gösteriyor.
Durmadan güvende olma yollarını arıyoruz. Bu, beni düşündürüyor. Bu paranoid arayış; toplumsal ve bireysel güvenlik arayışı bizi acınası varlıklar hâline getiriyor. Güvenlik arzusunun bizim dışımızdakilerin yaşama alanlarını daralttığı aşikâr, bana kalırsa bu yapay arzu insanlığın en gözde sorunlarından biri. Bu sebeple kendimize düşmanlar yaratıyor ve onlardan korunma yolları uğruna kendimizi kapana sıkıştırıyoruz. Üstelik bu durum kendimizi tamamen yok edene kadar süreceğe benziyor. Dünya güvenli bir yer olmak zorunda mı? İnsan, doğası olmayan bir canlı olarak çoktan korunma ihtiyacının dışına çıktı. İnsanın bir doğası yoktur çünkü insan kendisini içsel ve dışsal dinamikler, etkilerle yeniden ve yeniden kurar. Dolayısıyla insanın doğasızlığı korunmanın yerini güvenliğe bırakmıştır. Korunma bir başkası için tehlikeli değilken güvenlik başka yaşamların var olmasını mümkün kılmaz. Güvenliğin olduğu yerde kaçınılmaz olarak mafya, çeteleşme, suç olacaktır. Burada sorun suç değildir, sorun güvenliktir.
- Kitaptaki çeteci karakterlerden Ciprian’ın “Bir yerin yabancısı olacağına, cehennem memleketin olsun” sözü üzerinden göçmenlik meselesini de konuşmalı…
Göç ötekinin hayatını cehenneme çevirmeyecek kadar doğal bir durumdur. Göç doğanın bir parçasıdır. Kuşlar göç eder, balıklar göç eder. Başa dönecek olursak insan göçlerinin bir sorun hâline gelmesinin en önemli sebebi yukarıda bahsettiğim güvenlik deliliği. Hayvanlar savaşlar çıkarıp kendisinden ayrı bir türü göçe zorlamaz mesela. Bunu insanlar dışında hiçbir varlık yapmıyor. Bir halkı korkunç savaşlarla, ekonomik, siyasi kültürel yaptırımlarla göçe zorlayıp göç ettikleri yerde rahatça nefes alabileceği bir yaşam alanı tanımamak yalnız bizim maharetimiz. Mesela tüm dünya Suriye savaşını istedi ve 100 binlerce Suriyeli göç etmek zorunda kaldı. Bu insanlar göç ettikleri yerlerde ırkçı dışlanmalarla, ekonomik problemlerle, sağlık ve bambaşka sorunlarla karşı karşıya kaldı. Göçün çok boyutlu düşünülmesi şart, aksi takdirde bir gün bu durum bizim başımıza geldiğinde dışladığımız insanların kaderini yaşamamak için hiçbir nedenimiz kalmayacak.
- Gerçek hayatta olduğu gibi romanda da herkesin yaşamı birbirine bağlı. Hikâye her ne kadar üç kahramanı odağına alsa da yan karakterler de bir o kadar ön planda.
Maalesef hayatlarımız birbirine bağlı. Biz kendimizi bir başkasına mecbur bırakarak yaşıyoruz. Romanımdaki karakterler de tıpkı bizler gibi birbirlerine mecburlar. Fakat terk edilme ve suça itilme konuları başka. Ben suçu huzurlu, steril hayatları olan, ele geçirilmiş zihinler ve ele geçirilmiş insan bakışı üzerinden yorumlamıyorum. Suça itilme diye bir şey yoktur. Varsa steril hayatlara itilmiş, uyumlu olmaya zorlanmış insanlar vardır ve bu çok korkunç bir şeydir. Aşağılık, ruhsuz ve düşük bir var olma biçimidir. Maalesef insanlar hiç suç işlememiş olmanın, toplumla uyumlu, devletle uyumlu yaşamanın erdemli olduğunu sanıyor. Erdem bu yaşama biçimlerinin hiçbir yerinde değildir. Düşünme pratiklerinden yoksunluk yapaylık, kölelik, patolojik davranışlar dışında bir şey üretemez. Toplumumuz bunun en açık örneğidir. Düşünme pratiğinden yoksun bir toplumun ırkçı olması, kendi türüne, diğer canlılara, doğaya karşı hoyrat olması kaçınılmazdır.
“İmza attığımız her şey bizi bağımlı kılar”
- İhsan’a Hazal tarafından öğretilen imza, göçmenlik bürosunda attırılan imzalar… İmza imgesi roman boyu kendini gösteriyor.
İmza tüm toplumsal sözleşmelerin fiziki karşılığıdır. İşe girerken, bir eşya satın alırken, bankaya, okula ya da hastaneye, bir başka ülkeye… Nereye gidersek gidelim ne yaparsak yapalım her şeye imza atıyoruz. Bu sebeple romanımda imza konusunu özellikle yazmak istedim. İhsan ve Sedat yabancısı oldukları bir ülkede var olabilmek için o ülkenin kanunlarına uyacaklarına dair bazı sözleşmelere, evraklara imza atıyorlar. İmzayı sığındıkları ülkede yeni bir mahkûmiyetin simgesi olarak görebiliriz. İmza başlı başına teslimiyettir. Uzun vadeli bir öz kıyımdır. İmza attığımız her şey bizi yeniden bağımlı kılar. Yeniden ve yeniden ölmek, tutsaklaşmak için sözleşmeler yapmak, imza atmak zorundayız.
- Dil meselesini konuşmadan geçmek istemem. Her bir kahraman ve yan karakterleri kendi kültürel kodları, dil pratikleri ve ünlemeleriyle konuşturmuşsunuz…
Roman karakterlerini var olma pratikleri üzerinden, kültürel kodları, dünyaya bakışları üzerinden anlatmak o karakterlere özgü bir dil oluşturmayı, anlatı biçimi kurmayı gerektiriyor. Elbette buna her zaman ihtiyaç duymak zorunda değil romancı. Roman diğer sanat alanları gibi özgür bir sanat ve sanatçısı olan romancı da istediği şekilde romanını kurma, yazma hakkına sahip. Her romanda farklı dinamikler söz konusu zaten. “Belgrad Kanon”da karakterleri ve hikâyeyi bu şekilde anlatmak istedim. Bu yüzden ben de her karakteri kendi dili ve dünyası ile yazdım.