17.04.2022 - 07:00 | Son Güncellenme:
Murat İpek - Yüksek lisans öğrencisi bir genç, soğuk, yarı aydınlık resim atölyesinde tuvalinde kendini arıyor. Kahvesinde konyak var mıdır? Elbette. Geleneksel Türk El Sanatları’nın aşırı disiplinli kıl fırça kullanımıyla geçen dört yılın sonunda, üç parmak fırçalarla ve sonsuz gibi görülen kocaman bir tuvalin karşısında olduğum yıllardı. Derdim; Geleneksel ile çağdaş olanın harmanlandığı bir yerden bambaşka bir şekilde yürümek, özgün bir alan açmaktı kendime. Ama ne yaparsam yapayım Gustav Klimt’in bir tablosunda buluveriyordum kendimi.
“Nefret ediyorum Klimt’ten hocam. Şurada olsa gözümü kırpmadan öldürürdüm. Herifin ruhu içime kaçtı sanki” dediğimde bana hep o ışıklı gözleri, muzip gülümseyişi ile “Rahat bıraksana adamı!” derdi. O akşam, son bir atölyeye bakmak için içeri girdiğinde göz göze geldik. “Tamam hocam buraya kadar, eğitimi bırakıyorum. Resim mesim artık hiçbir şey yapmayacağım” derken sesimdeki kararlılıktan ben bile ürkmüştüm. Aleni açık ara Klimt kazanmıştı işte. Daha doğrusu çok gençtim, muhtemel fazlasıyla sıkılmış, kendime yenilmiştim belli ki.
Şöyle bir baktı ve “Tabii bırakabilirsin, resim yapmak zorunda değilsin” dedi.
Sustum. Sustu. Sustuk.
İşin gerçeği ben o anda ondan “Olmaz öyle şey…” diye başlayan, ısrarcı bir iki cümle duymayı umuyordum. O ise susmaya devam etti, ben ise mahcup, kırgın arada ona gülümsemeye çalışarak, çokça şaşkın çantamı toplamaya başladım.
Hiçbir şey söylemeden beni izlemeye devam etti ve nice zaman sonra “Peki son zamanlarda yazdığın yeni bir şeyler var mı?” diye sordu. Olmaz mı? Bir solukta henüz bitirmiş olduğum “Rahat mısınız?” adlı oyunumu üstüme başıma süre süre coşkuyla oynamaya koyuldum. Ve en son uydurduğum mizansen gereği boyalı elimi o bâkir bembeyaz tuvale silerek bitirdim ezberimi. O an “Ah gitti canım tuvalim” diye de içimden geçirdiğimi hatırlarım.
Gerçi sonraki yıllarda koskoca Balkan Naci İslimyeli’nin karşısındaki bu kontrolsüz, fazla naif bulduğum performansımı hatırladıkça utanmadım mı? Tabii çok utandım.
Varoluş meselesi
Oysa o dudaklarının kenarında çarpık bir gülümsemeyle bana bakıyordu. Ve sonra yerinden kalkarken “Keşke yanımda fotoğraf makinem olsaydı o zaman şu an ne yaptığını, neyin içinde olduğunu sana daha iyi gösterebilirdim” dedi ve hemen ardından “Multidisipliner bir yapı yorucudur Murat. Disiplinlerarası bir yol çizmek, köprüler kurmaksa bir başka varoluş meselesi. Kendini tek bir yere ait hissetmek zorunda değilsin. Referansının şu an durduğun yerin olmaması için hiçbir neden yok. Bunu iyi düşün ve sadece kendini ürettiklerinle ortaya koy” dedi ve iyi akşamlar dileyerek çıkarken son bir dönmeden “Klimt’i de öldürmekten vazgeç, adam öleli baya oldu” dedi. Ve atölyenin kapısını kapadı.
Sustum. Sustum. Sustum.
Tuval ile sahne arasında durmanın ne denli özel olduğunu o an hissettim.
Ne yazık ki onunla hiç yan yana aynı fotoğraf karesinde bulunamadık, ama ne kadar şanslıydım ki Balkan Hocam o akşam, (daha sonra benzerini çok az yaşayacağım) “farkındalık” denilen deklanşörüme çok büyük bir zarafetle dokunma lütfunda bulunmuştu.
O nedenle çoğu zaman tuvalim yüzüm oldu, boyadım. Ellerim ise hâlâ boya kovasında, klavyem sayenizde hep renkli...
Sanatçı ölmez, bilirim Balkan Hocam.
Ölürse ten ölür, canlar ölesi değil.
Gökkuşağının tüm renkleri döşeğiniz olsun.