Kültür Sanat1600 yıllık bir müze: İstanbul

1600 yıllık bir müze: İstanbul

06.12.2020 - 07:00 | Son Güncellenme:

“Hocaların Hocası” Prof. Doğan Kuban’ın Yem Yayın’dan çıkan “İstanbul 1600 Yıllık Bir Müzedir” kitabı, İstanbul’un biyografisini eleştirel gözlemlere ağırlık veren bir üslupla ele alıyor...

1600 yıllık bir müze: İstanbul

Yüksek Mimar Prof. Dr. Doğan Kuban’ın “İstanbul 1600 Yıllık Bir Müzedir” adlı kitabı YEM Yayın tarafından çıktı. Kitap, Doğan Kuban’ın, geçmiş yıllarda “Kent ve Mimarlık Üzerine İstanbul Yazıları” adıyla yine YEM Yayın tarafından farklı formatlarda yayımlanan eserinin yeni kuşakların da bu eşsiz içeriğe ulaşabilmesi amacıyla, yeni baskı, kağıt teknikleri ve boyut seçilip kapak tasarımı yenilenerek yayımlandı.

1953’ten bu yana İstanbul kentinin tarihçisi ve yazarı olan Prof. Doğan Kuban, bir İstanbullu’nun gözüyle, kenti eleştirel gözlemlere ağırlık veren bir üslupla irdeliyor. Mimarın, plancının ve bilinçli aydınların içinde yaşadıkları bu kenti sevmeleri kadar sorgulamalarının da önemine dikkat çekiyor.

Yapılar, meydanlar, kültürler

Kuban, İstanbul’un Romalı-Bizanslı kimliğinden bugüne uzanan süreçte yaşadığı gelişim ve değişimi yapılar, meydanlar, mimarlar, hükümranlık kuran kültürler ve onların yaklaşımları üzerinden çok geniş bir perspektifte ele alıyor; adeta kentin tam anlamıyla bir biyografisini sunuyor. Kentin kültürel kimliğinden planlamasına, arkeolojisinden ulaşımına, Batılılaşma çabalarından yasadışılığa karşı verdiği savaşa kadar çok ayrıntılı bir değerlendirme yapıyor. Kuban bir yandan geçmişin giderek varlığı yeni kent kaosu içinde kaybolan mirasını, öte yandan geleceğin düşündürücü karanlığını gözler önüne seren kitap aracılığıyla, okurları tarihe sevgi beslemeye ve geleceği eleştirel bir yaklaşımla ele almaya davet ediyor.

‘Tarihi olmasa artık güzeli bulmak zor’

Prof. Doğan Kuban İstanbul’u “tam olarak anlamak” isteyenlere şöyle sesleniyor: “Topografyanın ve tarihin mirası olmasa, İstanbul’da güzeli bulmanın artık çok zor olduğunu itiraf etmeliyim. Ancak İstanbul’un hâlâ yok edemediğimiz doğal mekânları var. Deniz ve tepelerle oluşan, kıyılarla insanın gözünü uzaklara sürükleyen mekânlar. Üsküdar’la Beşiktaş ve Eminönü arasında gidip gelirken, Bebek’ten Kandilli’ye geçerken, Kadıköy’den Köprü’ye gelirken, Sarayburnu’ndan Boğaz’a bakarken, köprülerden geçerken, kıyı yollarında dolaşırken, Boğaz’dan Karadeniz’e açılır ya da Karadeniz’den Boğaz’a girerken, Marmara’dan ya da Salacak’tan İstanbul’a bakarken, hangi kültür tabakasından gelirseniz gelin bakmaya doyamayacağınız güzellikler var. Hele bunları baharın dumanla kirlenmemiş bir sabahında, güneş sizi ısıtmaya başladığı zaman, İstanbul’un bir kıyısında, bir kahvesinde, hafif sisler içinde, Sisley’den bir tablo gibi algıladığınız zaman insanların yaptığı bütün kötülükleri unutabilirsiniz. Hafif bir kader ezikliğiyle belki affedebilirsiniz bile. Düşünceyi katmadığınız saf algı anlarında İstanbul’dan daha güzel bir kent olmadığını, dünyayı burada yaşadığınız için şanslı olduğunuzu bile düşünmeye başlayabilirsiniz...”