14.03.2013 - 02:30 | Son Güncellenme:
AYÇA ATİKOĞLU
Beni bekleyen ‘Batılı kibir’e karşı ben de sınıfsız tavrımı kuşanmıştım ki tüm bunlara hiç gerek kalmayacağını, Emel Hanım’ın sanılanın aksine seçkinci değil, son derece halkçı, eşitlikçi ve özgürlükçü olduğunu anlayacaktım...
Cumhurbaşkanı eşleri içinde, kamuoyu nezdinde de cumhurbaşkanı aileleri nezdinde de, Emel Korutürk’ün yeri hep ayrı oldu. Seçkin bir aileden gelmesi, İstanbul zarafetinin son temsilcilerinden biri olması, eğitimi, ressamlığı; hakkında tek bir spekülasyon olmayışı ile yerleşmiş bir kanıydı bu...
Kapıyı siyah-beyaz Türk filmlerindeki gibi beyaz önlüklü bir hizmetkâr açmıştı. Emel Korutürk, salonda bekliyordu. Denize nazır aile apartmanındaki ev, iki dairenin birleşmesinden oluşmuş ve ‘Parisien’ bir zarafetle döşenmişti. Aile yadigârı kıymetli parçalar, marküteri konsollar, oymalı çalışma masası, zengin bir kütüphane; Fikret Mualla, Bedri Rahmi, İbrahim Çallı, Ali Rıza Biz, Şeker Ahmet Paşa imzalı tablolar, IV. Loui’nin kızı Parma Prensesi’nin mücevhercisinin yaptığı altın varaklı bir çift şamdan, ferah, iç açıcı renklerdeki kanepelerin arasına serpiştirilmişti...
Çılgınlık özlemi
Emel Hanım da tıpkı evi gibi sanat, görkem, zarafet ve tarihin, günümüz rahatlığı ile dengelenmesinin bir simgesiydi sanki. Sohbeti doyumsuzdu, açıktı, sansürsüzdü; Nâzım Hikmet’in aşklarından da dem vuruyordu, hükümetin tavrından da, Fenerbahçe’nin gollerinden de... Moda’daki köşkü bırakıp bir deniz subayının eşi olarak sade bir yaşama geçmeyi ne kadar doğal yaşamışsa, cumhurbaşkanı eşi olmayı da o kadar doğal karşılamıştı. Protokol onun yaşamının parçası olmuştu ama içinde bir özlem hep kalmıştı: Hiç çılgınlık yapamamış olmak, ‘Semiha Berksoy’a hep bayılmışımdır’ demesi bu yüzdendi, Uğur Çakıcı öldürüldüğünde alt komşusuna, ‘Çok üzüldüm mert bir kadındı demesi’ de...
Şimdilerde samimiyetle ikame edilmeye çalışılan kibarlık ise Emel Hanım için ‘hayati’ idi. O kadar ki, 1960’lı yıllarda Moskova sefiresiyken, bir Türk gazeteci hanımın ‘Memnum oldum’ demesini hâlâ unutamıyordu ve ‘Efendim böyle kabalık olur mu?’ diye soruyordu (Bir sefire ile tanışıyorsanız siz memnun olamazsınız, dilerse o olur.)
Fikret Mualla’nın mezarını yaptırdı
İstanbul’un köklü ailelerinden Cimcozların kızı olan Emel Cimcoz’un gençliği kültür, politika ve sanat ortamı içinde geçer. Emel Hanım’ın babası Salah Cimcoz yaşamı boyunca sanat ve sanatçının yanında olmuştur. Salah Cimcoz’un Fikret Mualla ile tanışması da ilginç bir rastlantı sonucu olur. Cimcoz bir gün arkadaşları ile birlikte Koço’da oturmaktadır. Orada bulunan Fikret Mualla, içki mezesi olan leblebiyi şaka olsun diye Cimcoz ve arkadaşlarının masasına atar; tanışmaları böyle olur. Bir süre sonra Moda’daki köşkünde Mualla’ya bir atölye tahsis eder. Maddi olarak rahat etmesi için de ona hamilik yapmaya ve geniş çevresini kullanmaya başlar. Ne var ki ressam, Fikret Mualla’lığını yapar ve CHP’nin sipariş ettiği devlet büyüklerinin toplu halde resmedildiği büyük panodaki portreleri jiletle keser, gözlerini oyar ve küfreder.
Fikret Mualla bu olaydan bir süre sonra da Paris’e gider.
Mualla, Paris’e gittikten sonra da Cimcozlarla ilişkisini kesmez, Emel Hanım’a uzun mektuplar yazar, Madam Agnes’in evindeki yaşamını anlatır. Emel Hanım da ünlü ressamımızı desteklemeyi sürdürür. Karacaahmet’teki mezarını yaptırmayı da yine o üstlenir.
Lacivert hırkası, incileri, sabah makyajı, Eve sigarasını tüttürüşü ile hiç unutmayacağım Emel Hanım’la birlikte İstanbul silueti biraz daha silikleşti sanki...