01.10.2007 - 00:00 | Son Güncellenme:
0
KONUKLARDAN ÖYKÜLER Çünkü oruç sadece yeme, içmeyle ilgili bir ibadet olmayıp aynı zamanda uyku ve çalışma randımanı ile de ilgili bir konudur. Osmanlılar zamanında resmi daireler ramazanda öğlene kadar tatil olurmuş, öğleden sonra mesaiye başlarmış. Öğleden sonra başlayan mesai zaten çok kısa sürer birkaç önemli imza atılıp geri kalan işler ertesi güne, onlar da bayram ertesine tehir edilip ikindi vakti mesai tatil olurmuş. Okullar zaten neredeyse tamamıyla tatilmiş. Vükela adı verilen vekiller yani bakanlar, kendi aralarında acil durumlarda ramazanda toplanırlar ama bir türlü "oruç kafasıyla" karar veremezlermiş. Zaman zaman "bakanlar kurulu" beraber iftar eder, daha sonra toplantıya başlarlarmış, o zamanda yemeğin ağırlığından, teravih namazı vakti daralttığından dolayı yine pek randıman alamazlarmış. Eski İstanbul ramazanları bir çok şekilde anlatılabilir, ama genel olarak ben, "Fukara", "Vükela" ve "Saray ramazanları" olarak üçe ayırıyorum. Eski ve yeni ramazanlar arasındaki en büyük farklardan biri bana göre, Osmanlı döneminde ramazanın resmi hayatı etkilemesi ve çalışma saatlerinin, yani mesainin ramazanda özel bir programla uygulanmasıdır. Tarihte iftardan önce yapılan bakanlar kurulu toplantılarında vekillerin yani üye bakanların konuyu arada sırada yemek mevzuuna getirdiklerini biliyoruz. Mesela Avlonyalı Ferit Paşa'nın Başbakanlığı zamanında Marif Nazırı yani Milli Eğitim Bakanı Haşim Paşa sık sık yemek tarifi, özellikle de balık tarifleri yaparmış. Malum, kendisinin Kuzguncuk'ta yalısı vardı. Bu Haşim Paşa "Mektepler olmasa, şu marifi ne güzel idare ederdim" diyen kişidir. Avlonyalı Ferit Paşa bu işe çok kızar ama nezaketen ses çıkarmazmış.Yine bir gün Haşim Paşa söz istediğinde "Aman Paşam bugünkü iş çok ciddi, lütfen tekrar yemek tarifine başlamayalım" diyerek sert çıkmış. Nazırdan tarif Yine Osmanlı bakanlarından Sakızlı Ethem Paşa, 93 Harbi'nde savaşın en şiddetli günlerinin birincisinde, Genelkurmay Başkanlığı'nın bulunduğu Beyazıt'taki Harbiye dairesinde iftarını manzarası güzel diye Beyazıt Kulesi'ne kurdurmuş, ama ertesi gün hakkında "böyle bir vakitte keyif çatılır mı?" diye çok aleyhte konuşmalar olmuş.Sarayda Bakanlar Kurulu üyelerine her sene 15 ramazanda iftar verilir ve bugünkü Topkapı Sarayı'ndaki Mecidiye Kasrı'nda bu davetler yapılırmış. Sonra da heyet halinde "Kutsal Emanetler" ziyaret edilirmiş. Saraydaki iftar yemeklerini en çok halka açan kişi II. Abdülhamit'tir. Yıldız Sarayı'nın nefis yemekleri iftarlarda İstanbul halkına ikram edilirmiş, tabi ayrıca bir saray adeti olan diş kirası da verilmek suretiyle sona erermiş. Yani "Lütfettiniz, kabul buyurdunuz, bizim yemeğimizi yediniz, lütfen dişlerinizi bizim için yorduğunuzdan dolayı, kira olarak şu hediyeyi alınız" anlamında bir ağızlık, bir tütün tabakası, tesbih, dolmakalem, cep saati vs. verilirmiş. İftar ve 2. Abdülhamit İstanbul halkının saraya kadar ulaşamayan fukara tabakası da mahallesinde bulunan zenginlerin konaklarındaki iftarlarına gitme imkanına sahip olurlarmış. O vükela konakları da küçük birer saray gibi Osmanlı mutfağının en güzel örneklerinin pişirildiği mekanlardır. Kurban Bayramı hariç, ete dayalı yemek yiyemeyen fukara İstanbullu, ramazan gelince işte o konaklardaki iftarları dört gözle beklermiş. Fakire konaklarda iftar Eski İstanbul'da dini kurallar gereğince açıkta oruç yemek hoş görülmez. İbadet de gizlidir, kabahat de anlayışı ile oruç yiyenler "kabahatlerini" gizlemek zorundadırlar ve bu yüzden kültür tarihimizde büyük çoğunluğu Bektaşilere atfedilen fıkralar, hikâyeler, anekdotlar üretilir. Gelin biz bu yazıyı bir Bektaşi anekdotuyla bitirelim.Bektaşi gözden uzak rahat oruç yemek için merkezden biraz ayrılmış, bir bostanın ortasına oturmuş, keyif çatıp çubuğunu içerken bostancı (bugünkü anlamıyla jandarma) yakalamış. "Sen ramazanda oruç yemeğe utanmıyor musun?" diye hiddetle bağırmaya başlamış.Bektaşi "Ne ramazanı, ramazan mı oldu, ne zaman geldi mübarek ay?" diye cevap verince, bostancı 'Yahu sen Müslüman değil misin" diye bostancı çıkışmış.Bektaşi de "Müslümanım ama haberim yok ramazandan" deyince, "Ne zamandan beri Müslümansın?" diye sormuş bostancı. Bektaşi "Kaalübeladan beri" cevabı gelince, pek cahil olan bostancı "Kaalübela ne?" diye hiddetle kükremiş.Çaresiz kalan Bektaşi boynunu büküp bostancıya, "Kaalü ben, bela da sen" demiş!.. Bir Bektaşi öyküsü