12.11.2020 - 07:00 | Son Güncellenme:
MUSTAFA KEMAL ULUSU
Atatürk’ün kütüphanesi, Çankaya’da eski köşkteydi. Bir kısmı camlı, bir kısmı da kapalı dolaplarla kaplıydı. Her konuda ama en çok tarihi kitabı bulunurdu.
Çalışmaya başladığımın ikinci yılıydı, tahminen 1929 gibi, Fransızca kitaplara merak salmıştı. Fransa’dan getirilen bu kitapların çoğu tarihle ilgiliydi. Bu kitaplar öylesine çok geliyordu ki kütüphanede yer kalmamaya başlamıştı. Bir gün içeri girdi ve kitaplara yer bulmam için yaptığım boğuşmayı görünce, “Nuri, oğlum, ne bu telaş, kitapların içinde kaybolmuşsun” deyince ben de “Paşam koyacak yer zor buluyorum. Acaba ilave bir kitaplık yapılması mümkün olur mu?” deyince şöyle bir durdu, sonra “Sen şimdi kahvemi söyle de bir düşünelim” dedi. Kahvesini söyledim, kitabını okumaya başladı, kahvesini içti, okudu, okudu.
İlave kütüphane
Akşama doğru “Nuri, oğlum, doğru düşündün, şu bitişik kule odasına ilave kütüphane yapalım, sen de rahat çalış” deyince, sevinçten adeta uçacaktım. “Ama burası gibi içimi sıkıcı koyu renklerde olmasın, açık, zevkli ve geniş çalışma alanlı olsun, rahatça kitabımı hatta haritalarımı açabileyim. Hemen talimatımı ilet başlasınlar, sen de her gün başlarında ol, yanlış bir şey yapmasınlar” diye talimatını verdi.
Kütüphaneden koşarcasına çıktım, sofra şefimiz İbrahim’e ilk müjdeyi verdim. O da çok memnun oldu. Hemen çalışmalar başladı. Mimarlar çizimleri yaptılar, ben de Atamın istediği özellikleri not ettirdim. Sonunda güzel bir dekorasyon planını kendisine sundular. Koyu renk istemediği için ahşaplar meşe ağacından siyah ve beyaz boyamalı kaplamalı olarak tensip olmuştu. Atatürk renkleri de kendi seçmişti. Ferah olmasını istedi. Ayrıca bazı zamanlar harita üzerinde çalışmalar da yaptığı için bir de masa yaptırmıştı.
Bu yeni kütüphane ve çalışma ortamı Paşamı ve beni de rahatlatmıştı. Bu yeni bölüme yeni kitaplarımızı taşımıştık. Eskileri, eski kütüphanede bıraktık.
Hediye kitaplar
Bilahare yeni Pembe Köşk yapılırken Atatürk yine kütüphanemiz ve çalışma mekânı için mimarlara talimatlar vererek çok üzerinde durmuştu. Çünkü zamanının çoğu kütüphanede çalışmakla geçerdi. Bu sebeple benim de ısrarım ile yeni Pembe Köşk’ün kütüphanesi güzel ve kullanışlı oldu. Tavana kadar raflar, dolaplar ve yan bölümde kalın kadife perdeyle ayrılan ayrı bir çalışma bölümü yapılmıştı.
Bu son durumdan sonra kütüphanemiz çok rahatladı. Kitapları rahatlıkla yerleştirdim. Sıkıntımız şimdilik bitmişti. O kadar çok kitap ısmarlar, o kadar çok hediye kitap gelirdi ki…
Çocuklukta başladı
Atatürk’ün kitap okuma zevki ve kitap tutkusunun ta çocukluk yıllarında başladığını herkes bilmektedir. Atatürk’ün yalnız tarih, askeri ve bilimle ilgili kitapları değil, gençliğinden itibaren zaman zaman roman okumaya da çok meraklı olduğunu biliyoruz. Bilhassa Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu ile Aka Gündüz’ün Dikmen Kızı romanlarını çok severek okuduğunu bizzat kendisinden duymuştum. Hatta bana da bunları okuyup okumadığımı sormuştu; okuduğumu söyleyince de kendisinden bir aferin almıştım.
Okuduğu kitaplar arasında tarih kitapları çoğunluğu teşkil etmişti. Türk ve İslam tarihi üzerinde çok durmuş ve detaylı çalışmalar yapmıştı. Bunun yanında hukuk, ekonomi, sosyoloji dalında da çok kitap okumuştur. Bu çalışmaları yaparken masasında lügatlarını bulundururdu. Not almayı da çok severdi. Renkli ve kurşun kalemlerini hazırlar ve çalışma masasının üzerinde, lügatlarının, masa saatinin, sigara kutusu ve kül tablasının yanında muntazam hep bulundururdum.
Her yerde çalışırdı
Atatürk’ün çalışma ve okuma yeri yalnız kütüphanesi ve çalışma odası değildi, o meşhur akşam sofraları da adeta bir çalışma yerimizdi. O meşhur dönerli kara tahtamız, lügatlar, ansiklopediler, dergi ve broşürler, o günlerde okuduğu kitaplar yemek salonunda ayırdığım bir bölümde dururdu. Gerekli olduğu zaman da gözü ile işaretini verir, ben de istediği şeyi önüne koyuverirdim. Zaten bu sebeple her yemeğinde, sofrasında, seyahatlerinde, toplantılarında vs. beni yanından hiç eksik etmezdi.
Masa ve çalışma düzenine çok dikkat ederdi, çok titizdi, ben de aynı titizlikte olduğum için Allah’a çok şükür hiç aksatmadan, hiç onu kızdırmadan ölene kadar hizmetim aksaksız olarak sürdü. Bu çalışmalarımız bahsettiğim gibi akşamları sofrada da sürerdi. Kitaplar, kâğıtlar, kara tahta, not defterleri, kalemler sofranın değişmez aksesuarlarıydı. Netice itibariyle Atatürk kitap sevgisiyle dolu dolu yaşadı ve öldü.
‘Kalın bir kitabı bir gecede bitirirdi’
Atatürk kitap okurken altını muhakkak kırmızı kalemle çizerek önemli hususları belirtirdi. Daha az önemi olan yerleri ise ya mavi ya da kurşun kalemle çizerdi ama müthiş bir hızlı okuma tekniğine sahipti. Normal kalınlıkta bir kitabı başkası iki günde okur bitirirse o bir gecede bitiriverirdi.
Kütüphanedeki kitapların bakımına çok özen gösterirdim. Okuyup, yarım bırakıp, ertesi gün okuyacağı kitabın yarım kalan sayfasını kıvırmazdı. Bıraktığı yerden ben işaretlerdim veya başkası da okurken, kibarca sayfalarını kıvırmamaları için ikaz ederdim. Sayfa kıvırmaya çok kızardı.
Son okuduğu kitabı, son bıraktığı yerden hep saklar ve her an hazır beklerdim. Nerede, ne zaman kitabını isteyeceği belli olmazdı. Yalnız kütüphanede değil, yemekte, trende, arabada, deniz kenarında, odasında uyumadan önce her zaman müsait olduğunda devamlı okur, okurdu. Tabii ben de her zaman hazır ve nazır yanında... O zamanki arkadaşlarımla, onu kaybettikten sonraki şimdiki dostlarım hep sorarlardı “Yahu Nuri Bey, ne stresli ne dertli bir iş, yorulmuyor muydun?” Yorulmak, stres ne demekti. Ata’nın yanında stres mi olurdu; yorulmaksa lügatimizde hiç yoktu. O bize hep moral, güç verirdi. Kızdığı, sinirlendiği zamanlarda dahi ona hep sevgiyle bakardık. Zira ona her şey çok ama pek çok yakışırdı.
İki gün iki gece devamlı okudu
Atatürk okumayı o kadar çok severdi ki, kültür sahibi olmak onun için çok önemliydi. Kütüphanemiz çok zengin bir kitap kaynağına sahipti.
Hatta hiç unutmam bir sabah Genel Sekreter Hasan Rıza Bey bir seyahatten Ankara’ya dönmüşler ve sabah sabah doğru köşke gelmişlerdi. İlk önce bana rastlamıştı, ilk işi Atatürk’ü sormak olmuştu. “Nuri Atatürk nerde, nasıllar?” Ben de “İki gün iki gecedir devamlı okuyor, hemen hemen pek de bir şey yemedi, yalnız bir banyo yaptı ve de koltuğunda birkaç dakika kestirdi o kadar” dedim. “Git bir bak, müsaitse odasına girmek istiyorum” deyince hemen odasına çıktım. Kapısını vurdum, “Gir” komutuyla yanına girdim, üzerinde beyaz keten gecelik elbisesiyle bağdaş kurmuş vaziyette kitabını okuyordu. “Ne var?” diye sorunca “Hasan Rıza Bey yanınıza gelmek istiyorlar, sizi merak etmiş” deyince “Allah Allah, kitap okumak da mı yok? Ne varmış merak edecek, çağırın gelsin tabii” deyince hemen gidip Hasan Rıza Bey’e haber verdim ve o da yanına odasına gitti.
Gözleri kızarırdı
Biraz sonra beni tekrar çağırdı, çok kitap okuduğu zaman gözleri kızarır ve de yaşarırdı. Onun da çaresini bulmuştuk. İnce ince tülbentler hazırlar ve gözleri yaşarınca verirdim, o da o tülbentle gözlerini siler, kurutur ve rahatlardı. Yine gözlerinin kızarıp yaşlandığını gören Hasan Rıza Bey’in telaşlandığını görünce beni çağırtmış, girer girmez “Nuri, nerde benim tülbentlerim” der demez tertemiz bezler içerisinde sakladığım tülbent parçalarını tek tek ayırıp hemen götürüp kendisine verdim ve “Gördün mü? Nuri adeta bir hemşire gibi çareyi hemen buluverdi. Böyle iyi oluyor” demesi üzerine Hikmet Bey “Paşam iyi hoş da kendinizi bu kadar yormasanız iyi olmaz mı?” cevabına elindeki kitabı göstererek “Öyle enteresan ki bitirmeden galiba bırakamayacağım” demişti.
Beş bin kitap...
Atatürk, okuduğu kitapların çoğunu yurt dışındaki yayıncı firmalardan ve kitapçılardan getirmişti. Aldığı hediyeler arasında nice değerlileri gelmesine rağmen, kitap, hele hele çok sevdiği veya okumadığı bir kitap geldiği zaman çok memnun olur ve getirenlere özellikle iltifat ederdi.
Hatta hatırladığım kadar 1932 veya 1933 yılının yılbaşı gecesi, Milli Eğitim Bakanı o sıra yeni basılan üç ya da dört kitabı Atatürk’e yılbaşı hediyesi olarak getirmişti. Çok mütehassıs olmuş ve Bakan’a teşekkür edip “Keşke diğerleri de böyle hediyeler getirseler” diyerek, diğer bakanlarına da imada bulunmuştu. Sonra da beni çağırtarak “Nuri oğlum bunları al kütüphaneye götür ama masamda dursun okuyacağım” diye de emrini vermişti. Tahmini beş bin kadar kitaptan büyük bir çoğunluğunu kesin okumuştur.
‘Kültür savaşımız okumakla olur’
Her İstanbul seyahatine hatta bazı diğer seyahatlere de giderken, yanımıza mutlaka kitaplarını aldırırdı ama İstanbul’a gidiş başkaydı. İstanbul’a her gidişte çok fazla kitap alırdık. Şimdi bu arada çok önemli bir özelliğini de anlatmak istiyorum.
İlk İstanbul seyahatine giderken istediği kitaplar o kadar fazlaydı ki, karton kutular buldurup kütüphaneye getirtmiştim, tam içine kitapları doldurmak üzereyken Atatürk kütüphaneye geldi ve ne yaptığımı sordu, “İstediğiniz kitaplar için karton kutular aldırdım, onların içine koydurup özel trene naklettireceğim” deyince “Dur biraz bekle” dedi. Kitap adedine şöyle bir baktıktan sonra kütüphaneden çıktı, odasına gitti. Biraz sonra, bir baktım iki tane cephane sandığını, muhafız alayı erleri getirip kütüphaneye koyuverdiler ve gittiler. Ne olduğunu anlamadan, bakıp dururken Atatürk içeri geldi, benim şaşkın şaşkın baktığımı görünce, “Ne o Nuri oğlum, şaşırdın değil mi? Şaşırma şaşırma, savaşta bunlarla cephane taşıdık, sen o zamanlar çocuktun, bilemezsin, bu sandıklar benim için çok önemlidir. Şimdi o savaş bitti, yeni bir savaşımız başlıyor. O da kültür ve sanat savaşımızdır ve okumakla, kitapla olur; işte şimdi cephane taşıdığımız o sandıklara kitaplarımı koy, bu sandıklarla taşınsın, cephanenin yerini artık kitaplar alsın” dedi.
Nasıl şaşırmazdım. Bu ne biçim bir kitap sevgisi, ne ulvi bir düşünceydi. O zaten hiçbirimizin, hiç kimsenin aklına, hayaline dahi gelemeyecek fikirleri üreten bir dahiydi.
Neyse, gelen cephane sandıklarını güzelce bir temizledim, içlerine kâğıt koyup, üzerlerine de kitapları özenle yerleştirdim. Tam işimi bitirmek üzereyken Atatürk yanında, yanlış hatırlamıyorsam Agop Dilaçar Bey’le kütüphaneye geldiler. Ona da izah edince, o da hayran hayran dinledi ve sonunda beraberce son sandığında kitaplarını seçerek koyduk, iki sandığı da güzelce bir kapattıktan sonra derhal muhafız alayından erler çağırttık ve sandıkları doğru Ankara Garı’na trenimize konmak üzere yolladık.
YARIN: Savarona Yatı’ndaki son günleri