‘Jose Saramago’ya Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandıran roman, bir dünya salgını olarak başlayan ve insanları kör eden hastalık üzerine tüm ahlaki düzenin nasıl çöktüğünü konu alıyor. İnsanların salgına yakalanmamak için neler yapabildiği ve yakalananların devlet tarafından şehrin uzak bir yerinde karantinada tutulmasını anlatıyor. Karantina koşullarında insanların birbirlerini ezmeleri, sağlıklıyken yapmayacakları birçok şeyin bir anda körlük ile yapabilecek hale gelmeleri… Körlük, toplum normların nasıl ortadan kalktığını, insanları asıl bencilleştiren şeyin gerçekten “körlük” olup olmadığını sorgulatan bir roman.
‘Ray Bradbury’in ilk kitabı olarak bilinen ‘Fahrenheit 451, bilimkurgu alanında nefes kesen bir yapıt. Kitabı ilk elinize aldığınızda ismi sizi bir süre düşündürecektir. Aslında ‘Fahrenheit 451isminin anlamını bize kimya bilimi veriyor. Kitap ve Gazete okumanın yasak olduğu bir ülke düşünün ve itfaiyecilerin işinin ise yangın söndürmek değil, yangın çıkarmak olduğu bir ülke burası. Kimse evinde kitap saklayamaz hatta insanların kütüphanesinin olması bile yasak. Eğer bir kişi yakalanırsa itfaiyeciler tarafından kitaplar yakılarak yok ediliyor. İşte ‘Fahrenheit 451’in anlamı bu kâğıdın yanma derecesi…
Lev Tolstoy tarafından kaleme alınan bu roman kısa ama etkisi büyük denilebilecek bir kitap. Servetiniz, saygınlığınız, mesleğiniz bunların hepsi sizi bir yere kadar götürebilir. Yaşarken size dostluk ederler ancak ölüm döşeğine yattığınızda yanınızda hiçbiri kalmayacaktır. İvan İlyiç ise bunların farkına ölüm, kapısını çaldığında varacaktır. Aslında ne kadar boş ve anlamsız bir hayat yaşadığını düşünen İlyiç, artık kurtulmayı ümit etmekten de vazgeçer. Son günlerini ise içinde bulunduğu durum ve geçmişi ile hesaplaşarak geçirir.
Dostoyevski’nin ‘Yeraltından Notlar’ı, Albert Camus dahil birçok Batılı düşünürü etkilemiş bir kitap. Kitap, birçok anlamda insanın kendisiyle hesaplaştığı, Dostoyevski’nin ustaca kullandığı diliyle bir çırpıda okunan ve etkisini hiçbir zaman yitirmeyen bir başyapıt. Roman iki bölümden oluşuyor. İlk bölümde yeraltında olan bir kişinin hayatın normal sandığımız ve aslında riyakarlıklarla ve yalanlarda dolu olan gidişatına karşı çıkışını, ikinci bölümde ise yeraltındaki kişinin yer yüzündeki bu riyakarlıkla hesaplaşmasını okuyoruz. Kitabı okuduktan sonra ise Zeki Demirkubuz’un kitaptan esilenerek çektiği ve başrolde Engin Günaydın’ın olduğu ‘Yeraltı’ filmi izlenebilir.
Usta yazar Gabriel Garcia Marquez’in 1981 yılında yayınlanan yedinci romanı ‘Kırmızı Pazartesi’, kurgusuyla okuru çarpıcı bir olayın içine alıyor. Bir cinayet işlenecek ve herkes bunu biliyor. Fakat engel olan kimse yok. Yazarın çocukluğunda gerçekleşmiş bir cinayetten yola çıkarak yazdığı roman, dünya genelinde sarsıcı etkiler bırakan bir kitap. Romanın ilk cümlesinde dahi işleneceği belli olan bir cinayet ve insanların sessizliği, insanların içinde bulunduğu toplumsal durumu çok güzel tarifliyor.
Usta yazar Umberto Eco'nun ilk romanı olan ‘Gülün Adı’, etkisi hala daha süren kitaplardan bir tanesi. Ortaçağ’ı anlatan başka çalışmaları da olan Umberto Eco, ‘Gülün Adı’nda Orta Çağ İtalya'sında Papa ile İmparator arasında atama yetkisi savaşını, Hristiyan tarikatlar arası görüş ayrılıklarını, cinayetleri, bir Manastır ve etrafında gelişen olayları, polisiye bir öykü şeklinde ustaca anlatıyor. Başyapıt olan ‘Gülün Adı’, mutlaka okunması gereken bir kitap.
Wall Street’teki hukuk bürosuna enteresan bir şekilde çalışmaya başlayan ‘Katip Bartleby’, sadece bir cümle ile konuşuyor: “Yapmamayı tercih ederim.” Aslında tek bir cümle, bize karakter hakkında birçok şey söylüyor. Kendi özgürlüğünden asla taviz vermeyen ‘Katip Bartleby’, kendisine verilen görevleri yapmamayı tercih ediyor ve çalışmanın sınırlarını pasif direnişle çiziyor. Sayısız yazara esin kaynağı olan kısa kitap ‘Katip Bartleby’, Herman Melville tarafından 19.yy ortalarında yazılıyor.
‘Satranç’, ‘Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu’, ‘Olağanüstü Bir Gece’ adlı kitaplarıyla tanıdığımız Stefan Zweig, savaşın yarattığı izlerle mücadele etmeyi sürdüren bir yazar. Bu sebeple de kitabın ana karakteri, ressam Ferdinand savaş sırasında askere gitmek istemeyerek İsviçre’ye kaçan bir kişi. Fakat bir gün askerliğe elverişliliğinin tespiti için konsolosluğa davet edildiğinde, karısının şiddet karşıtı duruşuna ihanet etmemesi yolundaki telkinlerine karşın kendini gitmek zorunda hissediyor. Stefan Zweig, çarpıcı bir iç çekişme ile savaşın ne kadar da yıkıcı olduğunu ‘Mecburiyet’ adlı kitabından anlatıyor.
Bir tane de Türk yazardan öneride bulunmak istedim. Oğuz Atay’ın popüler kültürde yeri oldukça fazla ama gel gelelim ki onu anladık mı anlamadık mı orası hala tartışılır. Fakat evde kendini gerçekten izole etmeyi isteyen, birçok kavramın içinde anlam aramak için düşünen, Türkiye’nin yakın tarihini, toplumsal yapısını, o yapıdaki değişimleri, insanı, insanın yabancılaşmasını ve yalnızlığın ne demek olduğunu özümsemek isteyenler için sindirerek okunması gereken bir kitap. Öyle ki Oğuz Atay, insanı çok ama çok güzel anlatmıştır ‘Tutunamayanlar’da… Yazarın sözleriyle bitirelim: “Fakat, sonradan garson olmuş bir filozof ya da filozof olmuş bir garsona göre, insanlar karışık salataya benzer.”