09.09.2011 - 02:30 | Son Güncellenme:
FADIL DOKUZEYLÜL’ÜN ANILARINDAN
Derleyen: Ahmet Mehmetefendioğlu
İzmir Limanı’nın içinde ve dışında öteden beri demirli bulunan ecnebi devletlerin harp gemileri vardı. Yunan askeri nakliye gemileri bu meskûn sahil boyundan gitmekle adeta oradaki ırkdaş ve dindaşlarına mesut ve Türklerce meşum işgali müjdeliyorlardı. Bu suretle milli hisleri tahrik edilen yerli Rumları facia yapmaya davet ediyorlardı. Ben bu manzaraya kordon boyunca yürüdüğüm müddetçe şahit oldum. Fakat körfez vapurları iskelesine geldiğim vakit daha ileriye gidemedim, zira evlerinden, mağazalarından ve iş yerlerinden kalkıp Kordon’a dökülen kalabalık daha doğrusu Rumlar burayı iğne atacak yer bırakmayacak surette doldurmuşlardı. Sahildeki binaların pencere, balkon, taraça ve kiremitliklerini işgal etmişlerdi.
İşgalden haberdar olmayan ve vazife gereği yolcu salonunda nöbetçi olan kolcumuz Midillili Ali Efendi’yi muhtemel bir taarruzdan kurtarmak için asker çıkmadan evvel Pasaport’a yetiştirmek istiyordum.
İhtiyata riayetten başımdaki fesi de çıkarıp cebime koydum. O sırada dağıtıcıların parasız olarak dağıttığı Rumca (Amalita) gazetesinden bir tane alıp elimde tutuyordum.
Pek çok müşkülattan sonra kalabalığı yarıp salonun kapısının önüne geldim. Zavallı kolcu şaşkın şaşkın ayakta durup etrafı gözetliyordu. Malum olduğu üzere resmi dairelerde olduğu gibi burada bir para kasası, kıymetli evrak ve eşya, Türk bayrakları, demirbaş yazılanı ve benzer emanet eşyası vardı. Memur bunları muhafaza etmeğe mecburdu. Üzerinde bu kadar mesuliyet varken vazifesinden nasıl ayrılabilirdi. Kendi kendine de bir karar veremezdi. Mesul bir memur olmak dolayısıyla vazifesinden ayrılamazdı. Beni görünce adeta şaşaladı ve uzaktan işaret ile adeta “ne yapayım’’gibi bir harekette bulundu.
Bir memleket nasıl işgal edilir
Elimdeki Rumca gazeteyi sallayarak kendisine derhal mevkiini terk ile dışarıya çıkmasını işaretle anlattım. Bu suretle onu hem mesuliyetten hem de bir kesin ölümden kurtarmış oldum.
Bu vazifeyi ifa ettikten sonra o sırada daha fazla durmam tehlikeliydi, zira Rumlardan birisi beni tanısaydı linç edilirdim. Rumcaya aşina olmaklığım, başımda da fes olmadığı için elimde Rumca gazete bulunması şüphelerini davet etmedi.
Bu suretle geri çekilmeye başladım. O sırada kulağıma bir ses geldi.
“Başefendi burada bu vakitte ne arıyorsun?’’ Döndüm, baktım. Bu ses bizim ihracat gümrüğüne yeni tahin edilen bir Yahudi vatandaşa ait idi. Başında şapka olduğu halde işgalci kafilesine katılmış idi. Bu sözde Türk memuruna cevap olarak “Hiç işgali seyretmeye geldim’’dedim ve “Sen ne arıyorsun burada” deyince “ben de öyle” diye cevap verdi. Kolcuyu kurtarmaya geldim diyemezdim, fakat konuşmak zaten tehlikeliydi. Derhal ve süratle uzaklaştım. Bir amir sıfatı ile bir memurun hayatını kurtardığım için müsterihtim. Kalabalığı sökünceye kadar ak ile karayı seçtim. Nihayet tenha bir yere geldim. Artık evime dönecektim.
Hakikatte beni o saatte o tehlikeli yere getiren neden hem kolcuyu kurtarmak hem de dolayısı ile bir memleket düşman tarafından nasıl işgal edilir, bunu gözümle görmek merakı idi.
Şimdi yalnız gidiyordum...
İki bin yıllık rüya
Nakliye vapurları limana gelmiş, askerler İzmir’in en büyük oteli Kramer’in önünde karaya çıkıyorlardı. Zito=yaşa bağırtıları afakı tutuyordu. İthalat gümrüğü önündeydim. Koluma biri girdi. Döndüm baktım, bizim gümrükçü baytarı Giritli Sami Bey. Bana “Fadıl böyle bir günde bu saatte burada ne işin var? Vaziyet kötü” dedi. Vaziyeti anlattım gözlerimiz yaşardı. Artık kol kola konağa doğru yürüyorduk. Ara sokaklardan bir gazete dağıtıcısı çıktı. Elinde işgal kuvvetleri Başkumandanı Albay Zafiriyos’un beyannameleri vardı. “İlave” diye avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Yine merak nedeniyle bu tarihi vesikayı almak için dağıtıcıya beş kuruş verip ilaveyi aldık. Şimdi hem yürüyor hem de okuyorduk. Bir tarafı Rumca bir tarafı Türkçe basılmıştı. Bu beyannamede Yunanlıların iki bin senelik rüyalarının gerçekleştiği, Yunan ordusunun Asya-i suğra’yı işgale geldiği Rumlara tebşir ediliyordu. Aynı zamanda herkesin işi gücü ile meşgul olup hayatlarının emniyet altında olduğu ve memleketin asayişini ihlal etmemeleri emrediliyordu. Ne yazık ki bu vesikayı muhafaza edemedim. Vaziyetin vahametini benden daha iyi bilen arkadaşım Baytar Sami Bey, bizi gümrük baş müdüriyetine uğramak arzusundan vazgeçirerek doğru evlerimize gitmek lazım geldiğini söyledi, isabet de etmiş oldu.
Ortalık mahşeden numuneydi
Bu sırada Birinci Kordon üzerinde kâin (Köylü) gazetesi idarehanesinin balkonunda Sami Bey’e birisi seslendi. Bu zat Hasan Yaya namı ile bilinen eski bir gazeteciydi. “köylü”nün muharrirlerinden Ferit Bey de yanındaydı. Sami Bey’i tanıyorlardı. Ona “vaziyet çok fenadır, hemen evlerinize gidiniz’’denildi. Artık hiç bir yerde durmadan yürüyorduk.
Arkadaşım İkiçeşmelik Mahallesi’nde oturuyordu. Konak Meydanı’na gelince helalleştik, ayrıldık. Ben Kemeraltı’ndaki Hacı Hasan Oteli (şimdiki Şükran Oteli) önünde bir kalabalık gördüm. Otelin altındaki kahvede Türk Ocağı’nın yazıhanesi vardı.
Mahalle komşum olan Şefik Beyi gördüm. Beraber ocağa girdik. Yerde bir iki sandık mavzer fişeği vardı. Mektep arkadaşım vasıf (merhum maarif vekili Vasıf Çınar) herkese ikişer şarjör mermi dağıtıyordu. Ben de aldım fakat silahım olmadığı için Şefik Beye verdim. Bunlar halk tarafından kırılıp açılan silah deposundan alınmışlardı.
Oradan çıktık, ortalık mahşerden bir numuneydi. Herkes evlerine kaçıyordu. Gençler silahlanıyordu. Düşmana karşı koyacaklardı.
Hakiki vaziyeti hiç kimse bilmiyordu...
gece evvel maşatlıkta (Musevi mezarlığı Bahri Baba Parkı) bir toplantı yapılmıştı.(REDDİ İLHAK) komitesi teşekkül edip ant içmişlerdi. Türk Ocağından ayrıldım. İkiceşmelik Caddesi’ni kendi yoluma tercih ettim. O semt daha emindi.
Çöpçü hamamı önüne geldiğimde bir askeri nakil arabasının üstünde bir Türk neferi atları kamçılıyor, kışladan çıkardığı bu arabayı düşmandan kaçırmak istiyordu. Fakat yol bozuk olduğu için tekerlekler bir çukura batmış arabada orada yere saplanmıştı. Hep beraber yardım edelim dedik. Hiç olmazsa bir Türk askeri ile bir çift hayvan ve bir nakliye arabasını düşmandan kurtarmış olurduk, fakat bir türlü muvaffak olamıyorduk. Vakitte geçiyordu. Düşman artık karaya ayak basmıştı. Derken tatar olduğu yüzünden ve lisanından belli olan bir genç göründü. Bu manzara karşısında düşünmeden belinden çıkardığı bıçak ile koşumları kesip hayvanları ve askeri kurtardı. Tabii araba orada kaldı. Bu jeste hepimiz hem hayret ettik hem de memnun olduk. Bir dakika sonra asker aramızdan kaybolmuştu. O artık Anadolu yolunu tutmuştu.
Acı acı insan sesleri
Bu esnada hava epey kararmıştı. Nerede ise yağmur indirecek. Bir yanda Kışla ve Konak tarafından silah ve mitralyöz sesleri işitilmeye başlandı. Arada bir yaylım ateşi ve acı acı insan sesleri geliyordu. Derken şimşekler ve gök gürültüsü arasında fındık tanesi büyüklüğünde dolu düşmeye başladı. Bu mevsimsiz yağmur yollarda bulunan halkı büsbütün şaşırttı. Herkes şaşkın şaşkın evlerine doğru koşuyorlardı. Belki kesilir diye iki mezar arasında (Şimdiki Agora)bekledim, fakat hava gittikçe kararıyor kar, dolu, fırtına, rüzgâr artıyordu. Barınacak bir yer olmadığı için çaresiz eve gitmek icap ediyordu. Eve gelmeden evvel aklıma ekmek meselesi geldi. Kim bilir kaç gün evde mahsur kalacak ve ekmek de bulamayacaktık.
Hemen yol üstünde ve eve yakın fırıncı İbiş Ağa’dan dört beş okka ekmek almayı ihmal etmedim. Artık sırılsıklam, yorgun ve korku içinde eve geldiğim vakit aile efradımın beni kapının önünde beklediklerini ve akıbetimden haberdar olmadıkları için telaş ve heyecan içinde olduklarını gördüm. Onlara “Merak etmeyin sağ salim geldim” diyerek eve girdim ve hemen secdeyi şükrana kapandım.
Gümrük’ten Karataş’a kan seli
Günler geçtikçe bütün resmi daire ve askeriyeler Yunanlılarca işgal edildiği ve memurları çıkarıldığı halde Gümrüklerde de kadro mevcudu memurları sürekli kılmakla beraber kendilerine mahsus bir kadro ve teşkilat kurarak, Gümrük Başmüdürlüğünden kendi iradesi ile ayrılmış olan Başmüdür Agâh Bey yerine Pire Gümrük Başmüdürü Piyanko namındaki herifi atadılar. İlaveten gümrükler Başmüdürü unvan ve yetkisi verdiler.
Yolcu salonunda, mütarekeden işgale ve işgalden sonra orada bulunduğum müddetçe görüp tespit ettiğim delillerle yolsuz harekâtı bir rapor ile sorumlu makama bildirdim. Yunanlılar işgalden evvel külliyetli miktarda silah, cephane, muhabere levazımatı ve buna benzer eşyayı kızıl haç ismi altında muayeneye tabi tutmadan şatlar üzerinden alıp memlekete daha doğrusu milli teşkilata verip, yerli Rumları silahlandırıyorlardı. Bu teşkilatta da yerli Rum gençleri istihdam ediliyordu.
İşgal günü yapılan katliamda Gümrük önünden Karataş semtine kadar olan sahada Yunan askeri ve yerli Rum palikaryaları tarafından bağırtılarak katledilen yüzlerce vatandaşımızı denize atmışlardı. Şikâyet ve müracaat üzerine gelen uluslar arası bir facia inceleme heyeti bu hakikati dinleyerek şahitlerle ve fotoğraflarla tespit etmişti. İzmir memleket hastanesinin yanında o vakit otel olan bir binaya bu cesetleri koymuşlar. Amerikan Kızılhaç Cemiyeti İzmir’in bazı Türk gazetecilerini de ve bu arada Ahenk Gazetesinin başmuharriri olan dostum Şevki Beyi şahit sıfatıyla davet etmişti. Bu oteli gezmişler. Dolu un çuvalları gibi üst üste 362 ceset olduğu görülmüş fakat aradan zaman geçtiği için cesetler teşhis edilememiş. Yalnız bir cesedin İbrahim Efendi isminde bir Türk Polis Komiseri olduğu, üzerinden çıkan vesikadan anlaşılmış.
“Alma mazlumun ahını”
Yunan askeri işgalinin birinci senesiydi.
Yunan tayyarecilerinin en meşhuru İzmir Körfezi üzerinde akrobatik bir gösteri yapacaktı. Bu suretle Rumların manevi kuvveti takviye edilecekti. Ben bu haberi gizlice yine kendi memurlarımızdan öğrenmiştim.
Yalnız gününü bilmiyordum. Bir pazar günü bu haberi her tarafa yaydılar ve halkı bu suretle bu cesur pilotun marifetini görmeye davet ettiler. Bütün Rum topluluğu Kordon boyunu doldurmuştu. Bu pilot Almanların meşhur (Budike)’si ayarındaydı. Bilmem kaç tane tayyare düşürmüştü. Hatta bir cemile olmak üzere Buca’nın en güzel ve zengin kızını ona nişanlamışlardı. Tesadüf bu tezahürat sırasında bende hükümet konağı önünde saat kulesinin altında bulundum.
Manzarayı oradan elem ve ıstırap ile seyrediyordum. Rumlar coşmuş pilotu karadan alkışlıyorlardı. Türklere kinlerini intikamlarını gösteriyorlardı. İçimden gayri ihtiyari şu herif bir düşse, bu şımarıklar da hayal kırıklığına uğrasalar bizim yüreğimize biraz su serpilse dedim. Çok geçmedi tayyare havada bir pike yaptı ve bir daha görünmedi. Tayyare denizin dibine saplanmıştı. Rumlar kederli kederli dağılmaya başladılar. Bütün sevinçler mateme inkılâp etmişti.
Ertesi günü vazife gereği salonuna geldim. Vakaya şahit olduğumu kimseye hissettirmedim. Meselenin aslını çok geçmeden kendilerinden öğrendik. Tayyare denizin dibine saplanmış ve pilot da orada kalmış. Fakat yeri belli değil. Aramalar, taramalar, dalgıçlar seferber edilmiş, bir netice elde edilememiş. Bu matem tam yirmi dört gün devam etti. Rumların ağızlarını bıçak açmıyor, gazeteler de buna dair bir şey yazamıyorlardı. Haber yayılırsa bulursa Rumların manevi kuvveti sarsılacak. Müslümanlardan meşhur dalgıçlar bu işe memur edildi. Günlerce devam eden araştırmalar sonuç vermedi. Gönüllü Rum kayıkçılar ve dalgıçlar ortaya çıktı.
Yelken bezi alıp cesedin yüzdüğü mahalle gittiler. Biraz sonra her ucundan birisinin tutup havaya kaldırdıkları bez salonun önündeki rıhtıma getirildi. Bunları ben saati saatine haber alıyordum. Fakat ne olur olmaz diye yazıhaneden dışarı çıkamıyordum.
Derken askeri bir cenaze otomobili getirdiler ve cesedi derhal otomobile koyup götürdüler. Bu ameliye devam ettiği müddetçe Pasaportun sağındaki ve solundaki caddeye bir yasak kordonu çekmişlerdi. Ta ki dost-düşman manzarayı görmesin diye. Fakat Allah bize göstermişti.
İşgalden bir müddet sonra ( takriben bir sene ) idare amirim Salon Gümrüğü Başmemuru Tahir Bey, beni gizlice odasına çağırdı ve şunları söyledi;
“Rumca lisanına aşina olmanız ve arkadaşlarımız arasında en çok güvenilen kişi olarak tanındığınız için mevcudiyetinden sizin de haberdar olduğunuz gizli teşkilat size bir vazife verdi. Bunun için de sizi münasip gördüm. ” dedi. Ben de peki kabul ettim dedim ve ilave ettim; ‘Hayatım pahasına da olsa seve seve yaparım’ dedim. O vakit Tahir Bey bana, “Başefendi: İzmir Müftüsü Rahmetullah Efendiyi tanırsınız. O” dedi.
Evet dedim ona büyük hürmetim var sebebi de ham sofulardan olmamasıdır. Serbest fikirli, cesur, milliyetperver ve sevimlidir.
Bunun üzerine şöyle devam etti: “Müftü Hazretleri Rumca bilmez. Hâlbuki şimdiki vaziyet dolayısıyla Müslümanların hukukunu müdafaa etmek mecburiyetindedir. Ona tercüme yapacak, bu vazifeyi gören şahıs gayet ketum olmalıdır. Fahri çalışabilecek birisini istiyor, ne dersiniz?” Hiç düşünmeden kabul cevabını verdim. Hâlbuki o anda Yunan İdaresi’nin ResmÓ Memuru sayılırdım. Teşkilâtımızı İstanbul Hükümeti de tanıdığı için aslÓ vazifemde, vazifemi de yerine getiriyor ve maaşımı alıyordum. Yeni evliydim, maaşım ancak ailemi geçindirebiliyordu. Kayınpederimin evinde iç güveysiydim. Müftü Efendi ile temasım aleni olacaktı, çünkü vazifem tercümanlık olacaktı.
Mümin Bey..
Bu genç vatanperver daha mektep sıralarındayken arkadaşları tarafından Tophane Müşiri takma adı ile anılırdı. Askerliğe küçüklükten beri düşkün idi. Nihayet emeline kavuşmuştu, zabit oldu ve orduya katıldı. Bu uyanık, cesur, milliyetperver gencin işgalde İzmir’de bulunması memleket için büyük bir nimet oldu. Yunanlıların sözde Belediye reisi olan Hacı Hasan Paşa onun akrabasıydı. Buna rğmen mühim bir vazifeyi tercih etti. Bu çok tehlikeli, aynı zamanda o nispette şerefliydi. Yunanlılar ile arası iyi olan Belediye Reisinin himayesi altında sözde Yunanlılar hesabına casusluk yapacak, bunun için de dayısının himayesine sığınmak dolayısı ile milli teşkilat ile de temasa geçmiş olacaktı.
** Ümidi hiç kesmedik
Kurtuluş ümidini hiçbir vakit kesmediğim gibi geç de olsa bir gün memleketimize sahip olacağımıza ezelden inanmıştım. Aynı zamanda muhitimde bulunan arkadaşlara bu imanı telkin ediyordum.
Nihayet beklenen haber geldi. Türk Orduları büyük bir muzafferle İzmir’e doğru geliyorlardı.
9 Eylül 1922 günü sabahleyin evlerden çıkarak Kadifekale’nin eteklerine geldik. Biraderim de yanımdaydı. Onda bir Zeiss dürbünü vardı. Korku ve ümit içinde etrafı ve özellikle ordumuzun geldiği Nif ( Kemalpaşa ) Dağı’nın Bornova’ya nazır kısmını gözlüyorduk. Dağ, taş insan ile doluydu. Heyecanımız her an artıyordu. Halaskar ordumuzu dört gözle bekliyorduk.
Kadın, çoluk, çocuk evlerde erkekler ise kalenin üstünde ve yamaçlarında bekliyorlardı. Geceyi burada geçirenler çoktu. Saat dokuzu geçti. Bir haber alamıyorduk. Sabrımız tükeniyordu.
Nihayetinde dağ arasından kesif bir duman yükseldi. Bütün bakışlar oraya çevrildi. İşte geliyorlar ama kimler geliyor? Onu kestiremiyorduk. Bozgun Yunan Ordusu da olabilirdi. Bir aralık dürbünü elime aldım. Dikkatli dikkatli baktım ve içimden gelen bir inanışın kuvvetli tesiriyle “Bu gelenler bizim ordumuzdur, Türk bayrağını gördüm” diye avazım çıktığı kadar bağırdım.
Gözlemim doğruydu. Bunun üzerine kayaların üzerinde oturan ve etrafa gözlerini dikmiş olan binlerce vatandaş kayadan kopan bir taş gibi kendilerini aşağıya atmaya başladılar. En yakın çıkış yeri yani şehre giriş yeri Osmanzade Yokuşu yani Tikilik Mahallesi Semti, Faik Paşa Yokuşuydu. Oraya koşa koşa geldik. Kale eteklerinde sabahlayanlar hepsi orada toplanmışlardı. Burada gördüğüm manzara şöyleydi; şanlı ve halaskar ordumuzun pişdarlarından iki suvari neferi hayvan üstünde mızraklarıyla ‘Dönertaş’ sebilinin önünde ve etrafı yoklar bir vaziyette duruyorlardı. Halk coşkun tezahürat yaparak etraflarını sarmıştı.
Bakışlar vakur fakat çok yorgun, hayvanları da öyle. Bunlar Kadifekale’ye Türk bayrağını dikmek vazifesi ile vazifelendirilmiş.
Fakat ne yol biliyorlar ne de yanlarında Türk bayrağı vardı.
Yalnız onlarda değil, orada biriken halkta da yoktu. Çünkü üç sene düşman işgali altında inleyen halkta Türk bayrağı mı kalırdı?
Ben bu karşılaşmada şahit olduğum ve hiç unutamayacağım bir yiğitlik ve asalet tablosunu kısaca tasvir edeceğim.
İki süvari, biri Afyonkarahisarlı; kara sakallı yağız bir babayiğit, diğeri genç, çevik ve her an etrafını kollayan meraklı, dinç ve Menemenli bir delikanlı.
Sakallı olanın ismini soruyoruz, ‘Sadık’ diyor.
Gence soruyoruz, Halil diye vakurane cevap veriyor. Hayvanlar 19 gün durmaksızın yürüyüşten bitap.
Halk hem neferlerin hem hayvanların ayaklarına kapanıp öpüp ağlıyorlar. Sokakları dolduran erkek, kadın, çocuk, ihtiyar ve genciler bu kurtarıcı kahramanların etrafını almış, hürmet ve sadakat ve minnet hislerini ifade ediyorlar.
On dokuz gün fasılasız istirahatsız, yemeden içmeden İzmir’i kurtarmak için GAZİ den aldıkları “Ordular! Hedefiniz Akdeniz, İleri!” emrini vaktinde yerine getirmekten adeta memnun görünüyorlardı.
Herkes onları bağrına basmak, şükran borcunu ödemek için can atıyordu.
Bu arada debbağ esnafından Mehmet Efendi namındaki vatandaş süvarilerin ayaklarında paramparça olmuş ve ayaklarına yapışmış ayakkabılarını götürüp o civarda kapalı bulunan ve bir Ermeni’ye ait olan bir kunduracı dükkânını açtırarak bu süvarilere birer çift yeni ayakkabı veriyordu.
Genç Menemenli bu vaziyeti görünce atını mahmuzlayıp arkadaşına yaklaşıyor, ciddi ve vakur bir tavırla “Arkadaş! Vazifemiz henüz bitmedi; bir çift ayakkabı için gazamızı kirletmeyelim” diyor.
Menemenli genç süvarinin bu sözleri orada bulunan şuurlu vatandaşlara o kadar tesir etti ki hepimizin gözleri yaşardı. Bu jest çok asildi, demek askerlerimiz bu defa olsun ne için harp ettiğini anlamıştı. Evet, vazifeleri henüz son bulmamıştı. Zira bunlar ordunun pişdarlarıydı.
* Türk bayrağı dalgalanıyor
Memlekette senelerce devam eden düşman işgali ve bunun korkusu Türk bayrağı bulmak, saklamak imkânsızdı. Yalnız Hisar Camii’nin minaresinde öğle, akşam ve ikindi ezanı okunurken ufak kıta da bir Türk sancağının keşidesine müsaade vermişlerdi. Ezan biter bitmez bayrak indirilirdi. Bayrak hasreti kadar vatandaşa tesir eden bir şey yoktur. Hele biz Türklere.
Bu düşünce ile vaktiyle saklamaya muvaffak olduğum bu şanlı Türk bayrağı şimdi İzmir’e giren ordumuza lazım olacaktı. İzmir’e ilk giren süvariler fetih ve zafer alameti olmak üzere behemehal bir Türk bayrağını şehrin belli başlı yerlerine mesela hükümet konağına, kışlaya çekeceklerdi. İşte o gün Basmane istasyonu yoluyla Tilkilik meydanına gelen iki süvari aldıkları emir üzerine Kadifekale’ye de çıkıp bir Türk bayrağı dikmek istediler. O sırada ben de bu süvarilerin yanındaydım.
Hemen evin yolunu tuttum. Kayınbiraderimi koşturdum. Ben de arkasından gidip sandığı açtım ve 3 seneden beri büyük özenle sakladığım Türk bayraklarından bir tanesini çocuğa verip Türk süvarilerine yetiştirdim. Kadifekalesine bayrağı merasimle çektiler. Artık emelim ve düşüncem gerçekleşmişti. O sırada Türklerin evinde Türk bayrağı bulmak imkânsızdı. Uğrunda binlerce vatandaş ve dindaşın can verdiği bu şanlı Türk bayrağı senelerce o kalenin en yüksek burcunda şerefle dalgalandı.
———
Araştırmacı Ahmet Mehmetefendioğlu yazdı
* Onlar İzmirli cesur yüreklerdi...
Mustafa Kemal’in önderliğinde 1919 yılında başlayan ulusal bağımsızlık savaşının belki de en önemli aşaması “bir avuç Türk’ün yaşadığı ata yurdunu” işgal eden Yunanlılara ve onların siyasi destekçisi olan İtilaf Devletlerine karşı verildi. Sadece askeri alanda değil, aynı zamanda siyasi alanda da yürütülen ve başlangıcından beri olumlu sonuçların alındığı bu mücadelenin hiç kuşkusuz en önemli dönüm noktalarından birisi de askeri mücadelenin başladığı ve bittiği yer olan İzmir’di.
15 Mayıs 1919 da İtilaf devletlerinin desteğiyle İzmir’i İşgal eden Yunan birlikleri, işgali takip eden günlerde başta İzmir olmak üzere Ege bölgesinde kalıcı tahribatlarda bulundu.
Güzel İzmir 15 Mayıs 1919’ dan sonra Yunan işgalinin izlerini her geçen gün daha yoğun bir şekilde yaşadı.
Ama İzmir’in işgalinden itibaren ve işgal süresince organize bir şekilde çalışan asker ve sivil üyelerden oluşan bir grup bu mücadelenin başarıyla sonuçlanmasında önemli roller oynadılar.
15 Mayıs 1919’da “Kara Güne” tanıklık eden bu kahramanlar 9 Eylül 1922 de “Ak Güne” şahitlik ettiler. Özveriyle, kanlarıyla, canlarıyla mücadele eden bu ekibin kimi üyeleri Hasan Tahsin örneğinde olduğu“İlk kurşunu” atarak şehit olurken kimi üyeleri de gümrük memuru Fadıl Bey örneğinde olduğu gibi “Dokuzeylül “ soyadını aldılar.
Birçoğu 9 Eylül 1922’ye tanıklık bile edemediler. Kurtuluşun İzmir’deki bu “sessiz kahramanları” arkalarında büyük yeni Türkiye Cumhuriyet’in kuruluşuna emek veren nice adsız Kahramanları gibi köşelerine çekildiler.
İzmir işgal edilmeden önce İzmir’e özel bir görevle gelen Hasan Tahsin ve arkadaşları tarafından temeli atılan bu örgütlenme işgali takip eden günlerde hızla örgütlendi. İşgal süresince İzmir’de güçlü bir yer altı teşkilatlanmasına sahip olan bu örgütlenme askerler, gazeteciler, gümrük memurları, din adamaları gibi geniş yelpazedeki asker ve sivillerden oluşmaktaydı.
Bu teşkilatın görev alanı sadece İzmir’le sınırlı olmayıp tüm Yunan işgal bölgesini içine almaktaydı.
Topladıklar bilgiler düzenli olarak Ankara’ya iletiliyordu. Nitekim Milli Mücadelede askeri aşamanın önemli dönüm noktasını teşkil eden Sakarya Savaşı’nın kazanılmasında, İzmir’deki bu örgütlenmenin en önemli elamanlarından birisi olan İzmir Belediye Başkanı Hacı Hasan Paşa’nın yeğeni Mümin Bey’in İzmir’deki Yunan Karargâhından ve tanıdığı Yunan subaylardan aldığı ve Ankara’ya gönderdiği bilgilerin çok büyük yararı oldu.
İşgal süresince Rahmetullah Efendi’nin Yunan İşgal Kuvvetleriyle yürüttüğü temaslardaki tercümanlık görevini ise Fadıl Dokuzeylül (18901970) üstlenmişti. Çanakkale cephesindeki başarılı çalışmalarından sonra İzmir gelen Fadıl Bey, İzmir Gümrük teşkilatının bir çalışanı olarak önemli haber alma görevlerini yerine getirdi. Fadıl Bey aynı zamanda da mütareke İzmir’inin çok önemli kahramanlarından Müftü Rahmettulah Efendi’nin tercümanlığı görevini üstlenmişti. Bu sayede elde ettiği bilgileri düzenli olarak Ankara’ya iletti. Aşağıda bazı bölümleri ilk defa yayınlanacak olan hatıralar mütareke İzmir’inin sessiz kahramanlarının yazılmayan tarihi gibi.“ İzmir’in Kara Gününe Tanıklık Ak Gününe Şahitlik” eden anıların yazarı Fadıl Bey Kurtuluştan sonra “Dokuzeylül” soyadını aldı.