23.10.2022 - 07:00 | Son Güncellenme:
Yıl 1985... Ürkek, öfkeli ve isyankâr bakışlarını insanların gözlerinin içine mıhlayan Şerbet Güla’nın “Afgan Kızı” adı verilen portresi, National Geographic’in haziran sayısına kapak olarak ‘80’li yıllardaki Afgan savaşının ve mültecilerin tüm dünyaya yayılan simgesi hâline geldi. Dünyanın en çok bilinen fotoğrafı unvanına sahipti ve “Üçüncü Dünyanın Mona Lisa’sı” adıyla anıldı. Bu fotoğraf Güla’nın hayatını değil ama fotoğrafçısı Steve McCurry’ninkini tamamen değiştirdi. Sorunlu bir çocukluktan dünyanın en tehlikeli savaş bölgelerinde geçen başarılı kariyere uzanan hayatın ilk adımı oldu belki de. Gerçi McCurry tam 17 yıl aradan sonra Güla’yı bulup fotoğrafını tekrar çekerek bu sembol ismi yeniden gündeme getirdi. Güla’nın geçen yıl Afganistan’ı Taliban’ın ele geçirmesinin ardından İtalya’ya sığınmasına McCurry’nin fotoğrafının vesile olduğunu da kabul etmek gerekir. “Afgan Kızı”, McCurry’yi seçkinlerin arasına soksa da hiç şüphesiz onun kariyeri tek bir fotoğraftan çok daha fazlası. Çünkü McCurry, “Afgan Kızı”nın ardından savaş bölgelerinde yeni yüzler fotoğraflamaya devam etti.
Doğru zaman doğru yer
Savaş bölgesi fotoğrafçılığı aslında McCurry’nin kendi seçimi değildi. 1970’lerde ülkesi ona sıkıcı geliyordu. O da yerel fotoğrafçılıktan para biriktirip cebine attığı 300 rulo film ile Hindistan’a gitti. Kendi deyimiyle macera böceği tarafından erken ısırılmıştı ve motivasyonu, keşfedilmemiş olanı keşfetmekti. Maddi desteği yoktu, geceyi ucuz otellerde geçirdi, yetersiz beslendi ve çoğu zaman sadece sağlığını değil, hayatını da riske attı. 1979’da isyancı gruplar ve hükümet birlikleri arasındaki çatışma hakkında bir rapor hazırlamak için Afganistan’a gitti. İki haftayı cephede geçirdikten sonra filmlerini sarığına, çoraplarına ve iç çamaşırına dikerek Pakistan’a döndü. Batılı ajanslardan hiçbirinin Afganistan’dan güncel fotoğraflara sahip olmadığı ortaya çıktığında McCurry’nin çektikleri yayınlanmaya başladı. “Afgan Kızı” ise onun doruk noktasıydı. Fotoğraf ikon hâlini alırken McCurry’ye de ödüller ve ün getirdi. 1986’da ünlü fotoğraf ajansı Magnum Photos’un aday üyesi, 1991’de tam üyesi oldu. Ajansın parlak fotoğrafçıları ve gazetecileri arasında hiç kaybolmadı. Birçok prestijli ödül aldı, çeşitli dergi ve dernekler tarafından defalarca “Yılın En İyi Fotoğrafçısı” seçildi. Çatışma bölgelerindeki insanların doğal öfkesini fotoğraflamak, onları tüm dünyaya göstermek McCurry’nin motivasyonuydu artık. Yaşam ile ölüm arasındaki o anları belgelemekten hiç vazgeçmedi. Doğru zamanda doğru yerde olma konusunda inanılmaz bir yeteneğe sahipti. 2001 yılının Ağustos’unu Asya’da geçiren McCurry, 10 Eylül’de New York’a döndü. Ertesi gün çok erken uyandı ve pencereden baktığında Dünya Ticaret Merkezi’nin yandığını gördü. Ekipmanını alıp evin çatısına koştu. Birkaç film çektikten sonra yakınlaşması gerektiğini anladı. Yetkililerden saklanarak filmi bitene kadar fotoğraf çekmeye devam etti.
‘Arkadaşım Ara Güler’
McCurry, İran-Irak Savaşı, Beyrut, Kamboçya, Filipinler, Körfez Savaşı ve Afganistan’da bulundu, orada yaşananları belgeledi. Röportajlarında kendini savaş fotoğrafçısı olarak nitelemese de nerede çatışma varsa hep orada oldu. Elbette kendini bazı tartışmaların içinde de buldu. “Afgan Kızı”nın fotoğrafını çekerken onu kandırdığı iddia edildi, “görsel bir hikâye anlatıcısı” olduğunu söyleyerek rasyonelleştirdiği çalışmalarının dijital manipülasyon yarattığı tartışmalarıyla uğraştı. Ama ne olursa olsun, bugün fotoğraf sanatının ikonik isimlerinden biri Steve McCurry. Sebastião Salgado’ya yakın bir takdirle anılıyor. Küreselleşme, gezegen, çevre üzerine çalışmaları ve açıklamalarıyla savaş fotoğrafçılığının yanına yeni sıfatlar ekliyor. Parlak bir kariyere sahip McCurry artık 70’li yaşlarında ve ekolojik dengenin korunması için mücadele eden, kaybolmakta olan doğayı kaydetmeye kararlı bir baba olarak karşımıza çıkıyor. Steve McCurry, şimdi kariyeriyle ilgili “The Pursuit of Color” (Renk Peşinde) adlı belgeselin dijital platformlarda yayımlanmasıyla tekrar gündemde... Bu arada McCurry’nin harika İstanbul fotoğrafları çektiğini ve Türkiye’nin yetiştirdiği önemli fotoğrafçı Ara Güler’in arkadaşı olduğunu da ekleyelim. Hatta Ara Güler’in vefatının ardından “İyi bir arkadaş ve cömert biriydi. Şiirsel göze sahip harika bir hikâye anlatıcısıydı” demişti.