11.05.2019 - 08:15 | Son Güncellenme:
Seyhan Akıncı
Bugünlerde ekran macerası ”Sen Anlat Karadeniz”le devam eden Sinan Tuzcu, kendi deyimiyle içindekileri sızdıranlardan. Senaryo ve roman yazan oyuncu İnkılap Yayınevi’nden çıkan ilk öykü kitabı “Aşkın Kursağında Kalan” ile okurlarla buluştu. Tuzcu, içinde imkansız yedi aşk öyküsüyle bezeli kitabında, kanlı 1 Mayıs’tan yeraltı dünyasının girift ilişkilerine uzanan hikâyeleri ustalıkla kurguluyor. Bütün bu yoğunluğun arasında da yeni tutkusu radyoculuğu öğrenmeye çalışıyor. Başarılı oyuncuyla Harvard Cafe’de buluştuk, kursakta kalanları ve sızdırdıklarını konuştuk.
- “İyi şeyleri özleyerek yazmayı, iyi insanları özleyerek yaşamayı sevmiyorsanız, arka sayfayı çevirmenize gerek yok. Sizin için bu kitap bu sayfada bitmiştir” yazmışsınız. Biz sayfayı çevirenler olarak sizden bu kitabın hikâyesini dinlesek?
İçerisinde 1995’te yazdığım öyküler de var, 2019’da yazdığım da... Hepsini 2019 versiyonuna getirdim. Yazdığım iki dizi senaryosunun çıkış noktası olan öyküler de var. Bunların hepsi bir çekmecede duruyordu. İnkılap’tan Aren Şenorkyan da okumuştu bu öykülerin birçoğunu. “Böcek” romanından sonra araya bir hikaye alsak mı diye düşündük. Benim için o süreç biraz zor oldu, bir yandan dizi bir yandan radyo... Yaptığımız seçkinin hikâyesini anlatmak gerekirse; herkesin kursağında kalmış bir şeyler mutlaka vardır. Elbette bugün eli kağıt, kaleme değmiş herkes o kursakta kalanları bir şekilde geri çıkarır. Hayatta karşılaştığım, kimisi zaten yaşayan. Kimisi de zaten bana yaşattığıyla benim kurguladığım bir takım aşk ve kursak hikâyelerini birleştirmiş olduk.
- Kitabın hammaddesi aşk ve biz her öyküde başka bir imkansızlığı görüyoruz. Sizce de aşk imkansız bir şey mi?
Evet, imkansız aslında. İmkanı olsa o sevgiye dönüşüyor zaten. Aşk dediğin şey biraz daha insanın tutunamadığı, kendine bile itiraf edemediği bir şey. Hep bir yerlerinde gizli duran, kafasının arkasında saklı kalmış bir şeydir. Mutlu giden ilişki, mutlu giden aşk elbette vardır. Biz insanlar daha çok aklımızda mutsuz olanları tutuyoruz. O yüzden aklımızda kalan aşk her zaman imkansız olan oluyor.
- Aşk hakkında öyküler yazan biri olarak sizden aşkın tarifini istesek?
Benim için aşk, insana dün gece ne yediğini, sabah da ne yiyeceğini unutturan bir şeydir. Tüm dengeni bozar, kimyanı bozar, açken tok, tokken aç olursun. Aklında ne varsa hepsi bir anda sıfır olur. Plan yapamaz hale gelirsin. Birine aşık olduktan ya da aşkı kendinde bulduktan sonra ki bence zaten insan aşkı önce kendinde bulur, daha sonra karşısındakini görür. Hayatla bir türlü tutuşamazsın. Biraz ayrı, uzakta kalırsın. Yeşil başka bir yeşil olur, sonbahar başka bir sonbahar... Aşk insanı daha açık bir hale getiriyor. Daha akut, kanayan bir hal. O yüzden her türlü hastalığa da açık oluyorsun. Çok iyi olmakla birlikte, çok da üzücüdür.
- İlk kitabınız “Böcek” polisiye yanı ağır basan bir romandı. İlk öykü kitabınızda da “İntikam” ve “Siyah” öyküleri polisiye kurgularıyla dikkat çekiyor. Kendinizi polisiyeye daha mı yakın hissediyorsunuz?
Kurgusal açıdan, kendime daha yakın hissediyorum. Onu matematik halde kurgulamak daha kolay oluyor. Bir yandan da günümüzde karşılaştığımız her şey, önünde ya da arkasında bir fiksiyon getiriyor. Bu gerçekten böyle mi, dediğimiz çok şey var. Gazetede okuduklarımız da öyle, televizyonda izlediklerimiz de öyle. Gerçekçi yazmayı seviyorum bu yüzden bana daha yakın diyebilirim.
- Kitabı babaannenize atfetmişsiniz. Öykülerinizdeki ana noktalardan bir tanesi de aile büyükleriyle kurulan bağ. Sizin için de sanırım böyle...
Ben büyük bir ailede büyüdüm, anneannem hâlâ hayatta, babaannemi 97 yaşında kaybettik. Babaannemin en büyük özelliği ailemizin çınarı olmasıydı. Biz hepimiz onun altında büyüdük. Bence toplumumuzun en önemli artılarından bir tanesi o. Biz ailelerimize sarılırız, neye üzülsen oraya dönersin. Neye ağlasan oraya döner, iyileşirsin. Orası seni besler. Bunun eksikliğini hissetmemek mümkün değil bugün. Galiba ona özlem de benim hikâyelerime yansıyor.
“Üretmeyi seven adamlarız”
- Sinan Tuzcu kimleri okur Türk ve dünya edebiyatından?
Birçok oyun yazarını, Sinan’ın diğer mesleki kanadı nedeniyle zaten takipteyim. Geniş yelpazede okuyorum, felsefe ve kuantum çok severim. Yaşar Kemal okumamış bir Türkiyeli düşünemiyorum. Ahmet Ümit, Zülfü Livaneli çok severim. Garip Akımı benim hayatımdaki en büyük etkilerden biridir. Orhan Veli, Oktay Rıfat çok önemli insanlardır. Gencecik yaşta göçüp gitmiş bir adamın, Türkiye’deki şiiri büyük ölçüde değiştirmiş olması bir yandan da hayranlık duyulacak bir edebiyat tarihi hikâyesine sahiptir.
- Okuduğunuz yazarlardan, şairlerden birini oynamak gibi bir hayaliniz var mı?
Olmaz olur mu, tabii ki var. Fiziki şartlardan bahsetmiyorsak, hayal kuruyorsak eğer Yaşar Kemal’in hikâyesinin içerisinde, herhangi bir noktasında bir çalı olarak bile durmaya razıyım. Müthiş bir hikâyesi vardır çünkü. Orhan Veli’yi çok isterim. Bunların hepsi bizim hayatımızda, köşedeki adamlar. Herhangi birisinin, hayat hikâyesinin içerisine dahil olmak çok mühim.
- Son zamanlarda birçok oyuncunun kitap yazdığını görüyoruz, bunu nasıl yorumluyorsunuz?
Bu güzel bir şey, biz okuyan, sadece okuduğuyla da kalmayan üretmeyi seven adamlarız. Bir yandan da herkes içerisinde ne varsa onu sızdırıyor dışarıya. Caner Cindoruk’un kitabını okudum gerçekten çok güzel. Hepimiz senaryo yazan adamlarız. Bana çok normal geliyor. Hepsinin bir anda bunu yapması tesadüf mü derseniz, tabii ki değil. Türkiye’de müthiş bir kitap basma durumu var, ama o kadar okuyucu yok. Okuyucuya ulaşabilecek insanların seçiliyor olması da bir yandan tesadüf değildir. Tanınır olmak zarf kısmı, içeride ne olduğu da önemli.
Sinan Tuzcu’nun “Aşkın Kursağında Kalan” kitabı İnkılap Yayınevi’nden çıktı.
“Radyoyu öğrenmek istiyorum”
Bizim için unutulmaz bir dönem ‘90’lar, şimdiyse bambaşka bir dönemdeyiz. Siz kendinizdeki dönüşümü nasıl görüyorsunuz?
Çok hızlı oluyor her şey, bazen yetişemeyeceğini düşünüyorsun gerçekten. Akıllı telefonlara bir özellik geldi, sosyal medyada ne kadar zaman geçirdiğini gösteriyor. Ben o sırada öyküleri tamamlamaya çalışıyordum. Bir gün telefona bakarken 9 saat yazıyordu. Günde 9 saat yazdığım öyküleri düşünüyor olsam acayip bir şey olur. Şimdi hepsini sildim, dedim ki kitap çıkana kadar yok. Kayboldum ortadan. Daha sonra bittiğindeyse geri dönmek gibi bir isteğim olmadı.
Tüm bu yoğunluğun içerisinde bir de radyo programınız var...
Nihat Sırdar, Candaş Tolga Işık ve Güçlü Mete yakın dostlarım. Dergiden tut, Kafa ile ilgili her şeyin içerisinde yazsak da, yazmasak da beğeni olarak da fikir olarak da yakındım ben. Sonra beni arayıp: “Böyle bir şey var, ne dersin?” dediklerinde aklıma gelen, kafa sesiyle konuşan insan fikri hepimizin hoşuna gitti. Bir yandan radyoyu öğrenmek istiyorum. Başlayalı 11 hafta oldu. Bu iş bana büyük keyif veriyor. Kendi kendine konuşan tek adamım diyebilirim. Bir yandan Duchamp’tan söz ediyoruz. Jung ve Freud konuşuyoruz.