Sinan Biçici

Sinan Biçici

sinanbicici@hotmail.com

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Eskiden canlı tartışma programına çağırılanlar, bir son dakika değişikliği olunca aranır, özür dilenerek programın konusunun değiştiği, doğal olarak da konukların değişeceği bildirilirdi. Şimdi buna gerek yok. Çünkü gündem değişse de konuklar aynı. Eğer programlar canlı olmasa muhtemelen aynı anda birden fazla programda aynı kişiyi görmek mümkün olabilirdi.
Peki televizyonculuk açısından yanlış mı bu? Farklı kişilerden farklı görüşler almak daha ilgi çekmez mi?
Hayır. Öyle olsa starlık diye bir şey olmaz, insanlar filmlerde, dizilerde hep yeni yüzler arardı. Tartışma programları da böyle. Önce bir karakteri tanıyorsunuz, ne diyeceğini, nasıl davranacağını, tiklerini, kızdığı şeyleri, beden dilini iyice beyninize kazıyorsunuz.
Sonra da onun davranışlarını, ne söyleyeceğini tahmin ediyorsunuz. Tanıdığınız ölçüde de tahminleriniz doğru çıkıyor ve mutlu oluyorsunuz.
Dizilerdeki klişelerin vazgeçilmez olması da böyle açıklanabilir.
Tartışma programları da diziler gibi önce karakterleri yaratıyor, sonra onları birer vazgeçilmez stara dönüştürüyor.
Günlük hayatımız da böyle değil mi? İnsan tanıdığına daha çok güler, daha çok üzülür. Onunla bir bağ kurar çünkü. Psikoloji de bunu şöyle açıklıyor. Bir kişiyle ne kadar çok vakit geçirirsen onu sevme ihtimalin o kadar artar.
Bir önemli taktiği daha kullanıyor tartışma programları. Dramalardaki gibi iki zıt insanı kavga ettirip sonra birbirine aşık etme formülü. Defalarca aynı programa giden insanlar önce kavga edip, sonra birbirlerine alışıyor, sonra tatlı tatlı atışmaya başlıyor. Bu sürece şahit olan seyirci de programla duygusal bağ kuruyor.
İşte CNN Türk’te Ahmet Hakan’ın ‘Tarafsız Bölge’si, Şirin Payzın’ın ‘Ne Oluyor’u, NTV’de Oğuz Haksever’in ‘Gündem Masası’, Habertürk’te Didem Arslan Yılmaz’ın sunduğu ‘Türkiye’nin Nabzı’ bu nedenlerle aynı konukları çağırıyor olsa gerek. Her ‘başarılı’ televizyoncunun arkasında mutlaka ‘insan psikolojisine dair’ böyle bir bilgi vardır işte.

‘Beyoğlu Film Festivali’
Bir şehirde festival varsa, o şehrin neredeyse her köşesinde bir film festivali olduğunu hissedersiniz ya da hissetmelisiniz.
Fakat İstanbul Film Festivali için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Türkiye’nin en önemli festivali neredeyse Beyoğlu’na hapsedilmiş durumda. Son yıllardaki sitemlerden sonra gönül almak için Kadıköy’deki birkaç etkinliği saymazsak tabii.

İstanbul’a ‘dokunabiliyor mu’?
Festival Beyoğlu’na hapsolup, üzerine bir de, ‘Festival filmi sıkıcı olur’ inancı eklenince geniş kitlelere ulaşabilmesi de pek mümkün olmuyor. İnsanlar televizyon reklamlarından, internetten görüp haberdar olabilirler, doğru. Ama festivalin, o şehirde yaşayan insanların hayatına dokunması da gerekmez mi?
Şehrin kenarında yaşayan gençlerin, festivalle kendi muhitinde tanışmaları, onlara dokunması ilerde birer festival takipçisi olmaları için ilk adım olamaz mı?
İçi boş filmlere ilgi gösteren seyirciyi sürekli eleştiriyoruz. Peki sanat filmlerinin bu kitlelere ulaşması için neler yapıyoruz? Sizce de festivaller bu amaç için en güzel fırsatlardan biri değil mi?
Festival filmi izlemenin sosyal bir statü olarak kalması için, yaygınlaşmasını istemeyenler olabilir. Tabii her şeyi festivali düzenleyenlerden beklemek olmaz. Özellikle Kültür Bakanlığı, belediyeler ve sponsorların da desteği şart.

Tüm şehrin hakkı değil mi?
Ücretsiz film gösterimleri yapılsa, Ümraniye’de, Bağcılar’da veya Tuzla’da, gençler sinemacılarla ve festivalle tanışsa, sinemanın sadece gişe filmlerinden ibaret olmadığını, sanat filmlerinden keyif alabileceklerini görseler kim ne kaybeder?
Kulağa imkansız mı geliyor? Örneğini gördük. Müzik enstrumanlarını sadece kaval ve bağlamadan ibaret sanan köylülerimiz; Mozart, Bach, Vivaldi eserlerini piyanoyla, kemanla çalabilen sanatçılara dönüşebildilerse, bu neden olmasın?