Ahmet Ümit’in, Everest Yayınları’ndan çıkan son romanı ‘Elveda Güzel Vatanım’ı okuyorum. Eğer bir senaryo yazarıysanız, sizi daha ilk sayfalardan içine alan bir romanı okuduğunuzda hemen onun filmini yapmak istersiniz. Okuduklarınızı film sahneleri gibi görmeye başlarsınız bile. Nereyi okuduğunuzu bile unutursunuz. Bir meslek hastalığı diyebiliriz.
Ahmet Ümit’in dili de böyle, çok sinematografik. Zaten ‘Sis ve Gece’, ‘Karanlıkta Koşanlar’, ‘Şeytan Ayrıntıda Gizlidir’ gibi bazı eserleri daha önce de sinemaya ve televizyona uyarlandı. Bir edebiyat eleştirmeni değilim, o nedenle romanı eleştirmeyeceğim. Ama bir senaryo yazarı olarak mutlaka filme ya da bir diziye dönüşmesini istiyorum. Hatta onu yazacak senaryo yazarını şimdiden kıskanıyorum.
1906 - 1926 arasındaki yılları anlatıyor roman. O karmaşık dönemde gençliği ‘heba’ olmuş Şeyhsuvar Sami adlı İttihat ve Terakki fedaisinin derin aşkını merakla okuyoruz. Sıradan bir 20 yıl değil dönem. Belki de bugün çözemediğimiz, çözmeye çalıştığımız bütün meselelerin kökleri orada. Dünyadaki gelişmeleri birebir ülkeye taşıyan İttihat ve Terakkili Osmanlı aydınları, ülkedeki büyük dönüşüm için baş aktörlerdir. 1908’de Padişah Abdülhamit’e meydan okumuş, onun yetkilerini sınırlandırmış, Cumhuriyet’in ve bugünkü parlamenter sistemin altyapısını hazırlamışlardır. Aynı zamanda ‘derin devlet’in, istihbaratın, gizli örgütlerin ve tabii ki siyasi suikastlerin de dönemidir. Sokaklarda güpegündüz işlenen siyasi suikastler ‘vakayi adiye’den sayılmaktadır. Ülkede en çok tartışılan konular özgürlük, siyasi haklar ve anayasa tartışmalarıdır. 100 yıl öncesi belki ama şu yaşadığımız günlere ne kadar benziyor değil mi?
‘ANALAR VE ANNELER’, 400 YIL ÖNCE 400 YIL SONRA
Perşembe akşamı ‘Muhteşem Yüzyıl Kösem’ ve ‘Analar ve Anneler’ var. 400 yıllık iki ayrı dönemi anlatan iki dizide birden çok ortak yön var. ‘Kösem’de, 1600’lü yılların başında, siyasi karışıklıklar döneminde devletin bekası için öldürülen şehzadeler ve onları korumaya çalışan annelerinin hikayesi var. Safiye Sultan, suikastlerde şehzadelerin babaannesi olarak kilit konumda. ‘Analar ve Anneler’ ise 70’li ve 80’li yılların siyasal çatışmalı döneminde geçiyor. Komiser Ayhan, siyasi cinayet süsü vererek öz yeğenini öldürüyor. Dayı - yeğen cinayetinden habersiz olan babaanne Neriman, oğlunu siyasete bulaştırıp ölümüne sebep olduğunu sandığı gelinine savaş açıyor. Hastanede ölü doğduğu yalanıyla öz torununu annesinden ayırıyor. Bugün de durum çok farklı değil. Yine siyasi cinayetler, yine ölümler ve çocuklarını kaybeden ‘Analar ve Anneler’ var. “Analar ağlamasın” diyoruz ama tarihimiz boyunca her dönem ağlıyorlar ne yazık ki…
DÜNYA STARINDAN DERS: “KADININ ADI YOKSA, BEN DE YOKUM”
Birçok film hikayesinde “Aşk lazım, ee bir de kadın lazım vs” denilerek yapıştırma kadın karakterlere çok sık rastlıyoruz. Özellikle komedi ve aksiyon filmlerinde bu durum daha yaygın.
Altın Portakal’ın bu yılki konuklarından, dünyaca ünlü oyuncu Kathleen Turner, senaryo seçerken temel kriterini anlattı. “Kadın karakterin, hikayede gerçek bir etkisi yoksa bana gerek yok deyip reddediyorum” diyor. Turner, feminist duyarlılığı olan bir oyuncu. Kadınların filmlerde ‘cinsel bir obje’ olmaktan öteye gitmediği senaryoları da eleştiriyor. Yani kısacası, ‘Kadının Adı Yok’sa Turner da yok! Bizim kadın oyuncular ne diyor bu duruma?