24.02.2003 - 00:00 | Son Güncellenme:
Londrada bir milyon kişinin katıldığı "No war on Iraq" mitinginin Türkiye versiyonu "Irakta Savaşa Hayır" gösterisine sadece 5 bin kişinin geldiğini gözönünde bulundurursak; bir de üstüne üstlük Alman SAT 1 kanalının "cuk" oturan tanımıyla ABDyle hükümetimizin yaptığı "Kapalıçarşı" pazarlığını da sayarsak, bu ülkenin gelecek kuşaklarına epey yüklü bir "working off" sürecini şimdiden miras olarak bırakıyoruz. Baksanıza, Habermasa göre Almanya daha hâlâ Nazi rejiminin günahlarının "working off"uyla meşgul. Denk geldi: Jürgen Habermas, iki gün önce bitirdiği "A Berlin Republic-Writings on Germany/Bir Berlin Cumhuriyeti-Almanya Üzerine Yazılar" adlı kitabında, "Working off the past" diye bir kavram kullanıyor ki, Türkçede bu, "Geçmişin defterini dürmek", daha doğrusu "İyice üzerinde çalışarak, konuşup tartışarak geçmişinden aklanmak" anlamına geliyor. Kırmızı Türklerin sevdası Aslına bakarsanız, sadece İstanbul caddeleri; 1., 2. ve 3. ordularımıza yetecek miktarda cip içeriyor. Hazır felsefeci olayına girmişken; Roland Barthesin, Citroenin dizaynıyla Fransız toplumunun özlemleri arasında paralellikler, simetriler kurduğu muhteşem makalesini hatırlayalım. Sahi, Türklerin, özellikle de Kırmızı Türklerin bu cip sevdasının esbab-ı mucibesi nedir? İki kuruş kazanan her vatandaşımızın kendine bir cip tedarik etmesi tam da Türkleri miting meydanlarından uzak tutan "sokakla kurulmuş o mesafeli ilişki"den kaynaklanıyor olabilir mi? Sokak korkusu, agorafobi gibi komplekslerimize ancak bu sağlam, kunt, yerden ve diğer otomobillerden görece yüksek taşıtlar bir nebze de olsa şifa oluyor olabilir mi?Serdar Turgutun editörlüğünde hazırlanmış "Fotoğrafların Anlattıkları" adlı kitapta da 60 yazar, Hürriyet arşivinden seçilmiş fotoğrafları, "okuyordu". Ben bu savaş işinin buralara geleceğini, hatta daha nerelere gideceğini haftalar önce, 29 Ocak tarihli Gözcü gazetesinden öğrenmiştim. Gözcü, o gün pek manidar bir fotoğrafı dokuz sütuna manşet yayımlamıştı. Geleceğimiz, bu fotoğrafta Colin Powella ayıptır söylemesi neredeyse esas duruşa geçmiş olarak; fotoğraftan, sayfadan, yine ayıptır söylemesi ulusal izanımızdan taşan, taşkın bir hayranlıkla bakan Abdullah Gül ve Recep Tayyip Erdoğanın gözlerinde açık seçik görülüyordu. Zaten Türkiye toplumunun otoriteyle ilişkisinin ikonografisi gazete arşivlerindedir. Bir; bazı gazetecilerin Türk devlet adamlarına özel röportaj sırasında bakarkenki; iki; Türk devlet adamlarının Batılı devlet adamlarına bakarkenki fotoğrafları. Geçen akşam pek değerli bir mankenimiz telefon etti ki pek bir telaşlıydı. Oradan buradan bir şeyler duymuş, kulak dolması olmuş, yememiş içmemiş telefon etmiş; "Ya savaş çıkınca benim de cipime el koyarlarsa Ahmet Abi!" diyordu, ağlamaklı. "Aaaa... Bu Fıs Fıs İsmail değil mi?" Tabii ki köşemizin formatı gereği, bonusumuzu da sunalım: Şimdinin strateji danışmanı, eskinin Özelleştirme İdaresi Başkanı Uğur Bayarın evindeki dadı, geçen hafta düşüp bir tarafını incitiyor. Ambulans çağırıyorlar. Bayar öne biniyor. Ve bir de bakıyor, ambulansın sürücüsü, "Çocuklar Duymasın" dizisinin oyuncularından, aynı zamanda İstanbul İl Sağlık Müdürlüğü 112 Acil Servisinde görevli olan Süleyman Yağcı. Amerikan Hastanesine gidiliyor. Dadının tedavisi sürerken, Bayar da hastaneyi dolaşıyor. Bebeklerin bulunduğu kısmın camından içeriye bakarken, arkadan kart bir ses duyuyor: "Ay ne tatlı şeyler." Dönüp bakıyor, arkasında dadı. Ama bu televizyonların dadısı: Gülben Ergen. Üzerinde sabahlık. Kist ameliyatı sonrası nekahatte. Hep politika-magazin ilişkisi kurmayacağız ya, bu da tıp-magazin ilişkisi.