Washington Square Park.
Yıkık bir binanın alt katındaki tek gözlü odalardan bozma gece kulübü, kişiye özel tiyatro ve parkta saçını taratan kız. Sanal dünya bizi bizden uzaklaştırırken, birileri interaktifliğin verdiği hazzı hatırlatıyor
Twitter ve Facebook, dünyanın öbür ucundaki kişiyi yakına getiren, burnumuzun ucundaki insanı uzağa atan dijital sosyal düzenin manifestosu olmuş. Blackberry sayesinde aynı masada saatlerce tek çift laf etmeden oturmak, gece yatağa Twitter ile girip sabah Facebook ile uyanmak, ten tene değmeden aynı yatakta uyumak mümkün. İlişkilerdeki ikili yalnızlık, sosyal hayattaki ağız yoluyla konuşamama haline karşı New York parlak çözümler, yeni heyecanlar yaratıyor. Kulüplerden tiyatroya, sanatsal etkinliklere genel olarak birebir olma ve interaktif hava hâkim.
Üç kişilik parti...
İnteraktif yolculuk Soho’da başlıyor. Soho’da derin, ağır ama seksi bir binanın kapısındayız. Kırık kapı zorla açılıyor. Dışarıda ne bir tabela ne de bir işaret, bünyede terk edilmiş/girilmesi yasak bir binaya girmenin verdiği huzursuz haz hali merdivenlerden aşağı iniyoruz. Bir alt katın ışıkları tamamen temiz, parlak. Bir anda ‘Shining’e ışınlanmış gibiyiz. Jack Nicholson elinde baltası hangi odadan fırlayacak korkusuyla tetikteyken, sağdaki kapıdan kabarık saçlı, mini etekli, melez güzeli çıkıyor. Bulunduğum yerin adsız, sansız, ufak odalardan oluşan bir gece kulübü olduğunu anlamamla mekanı algı biçimim tamamen değişiyor.
Uzun koridora sağlı sollu yayılmış odaların hepsi iki ya da üç kişilik. Her odada farklı DJ, farklı barmen, farklı dünyalar var. Rastgele bir kapıyı aralayıp, yer varsa, aralarına katılabiliyorsunuz. Odaların kilitlenmesi, otel odası niyetine kullanılması yasak.
Soho’daki enteresan deneyimi üzerimden henüz atmamışken, bu kez Times Square’ın ortasına konmuş siyah bir kutunun önündeyim. Times Square’deki dev boyutta, siyaha boyanmış, kapalı kutuyu görünce akla ilk, geçen haftaki bomba yüklü araba geliyor. Kutunun üzerindeki ‘theatre for one’ (Tek kişi için tiyatro) yazısı bir nebze olsun içimizi rahatlıyor. Kutunun dışarıdan günah çıkarma odası ile ‘peep show’ karışımı bir duruşu var. İçerisi ise yalıtımdan sese, seyirci ile sahne arasındaki uzaklıktan dekora, gerçek tiyatronun tek kişilik odasına indirgenmiş. Tek bir sandalye; sahnede oyuncu/sihirbaz Steve Cuiffo var. Her sözünden, ufak mimiklerinden etkilenmemek elde değil.
Saçlarını taradığım kadın!
Birkaç gün sonra Washington Square Park’ta Marissa Hayers ile tanışıyorum. An itibariyle MOMA’daki insanı sarsan, içinden ‘sanat’ geçmiş kadın Marina Abramovic’in sergisine gönderme yaparak, elinde bir saç fırçası, yanında “Bu bir sanat deneyimidir. İstediğin uzunlukta/kısalıkta saçımı taramanızı istiyorum” yazısı, parktan geçenlerin saçını taramasını bekliyor. Dokunmaya, hissetmeye, fiziksel titreşime sessiz bir çağrı sanki. Sessizce yanına yaklaşıp, tarağı elime alıyorum. Başlıyorum taramaya. Adını, yaşını, nende böyle bir şey yaptığını, saçını taratırken yaşadığı en tuhaf deneyimi soruyorum. Üç yaşındaki bir kız saçını tararken ağladığını anlatıyor. Tarifi güç, hissi eşsiz bir bağ oluşuyor saç taranırken. Biraz naif, biraz seksi ama tamamen duygusal!