Yan masadaki diyaloglara şahit olmak için kulağınızın delik olmasına gerek yok. Restoranlardaki sıkışık masa düzeni sonucu zaten kucak kucağa bir durum hakim. Üzerine yüksek sesle konuşma merakını ekleyin. Sonuç: Yan masadan al haberi
Cihangir Kahve’de sakin bir pazar akşamı. Niyet gürültü patırtıdan uzak, iki kadeh içki eşliğinde kendini duyurmak için yırtınmadan sohbet etmek. Yan masanın bitmek bilmeyen yüksek oktavlı ‘Türk sineması’ tartışması rakıyı boğazıma dizince “Artık, yeter” diyorum. Sağınızdan yükselen konulardan rahatsız olmamak için semt semt masa gündemini öğrenmekte fayda var. Semtler arası kısa bir yan masa turu:
Cihangir’de ‘artist haller’
Burada herkes hem eleştirmen, hem yazar, hem de yönetmen/oyuncu. Bu multifonksiyonel kişilikler bir araya gelince dönen muhabbet yan masa için azap verici, can çekiştirici. Tüm o hararetli tartışmaların arasında bir de mutlaka dantellerle örülü entel flört havası vardır. Sakallı, zayıf, sözde devrimci erkek, engin film kültürünü kullanarak, bol referanslı, bol elini masaya vurmalı konuşmalarıyla gruptan bir kızı tavlamaya çalışır. Kızı 60’ların sonunda çekilmiş, kopyası nadir bulunan bir Avrupa filmini izletmek amaçlı eve atmasıyla gece son bulur. (Kilit nokta filmin ne kadar sıkıcı ve uzun oluşunda) Çiftimiz sevişedursun biz ‘o’ masaya dönelim. Masada dönen tartışmaların da bazı raconları var. Mesela tanıyın, tanımayın yönetmenlerden bahsederken illa ki ismiyle hitap edeceksin: “Yılmaz’ın senaryosunu yine başarılı bulmadım” ya da “Sinan’la konuştuğumda kaç kere söyledim artık o filmi çekmesi gerek diye.” Elbette, sükse yapmış rollerden biri daha önce teklif edilmiş olacak ve sen rolü kapan oyuncu hakkında verip veriştireceksin: “Melis (Birkan) zaten oyuncu değil ki. Çağan’a da söylemiştim. Bak kıza, aldı yürüdü o film sayesinde. Üstelik oynamadan.” Cihangir’de Mahsun Kırmızıgül’e çamur atmadan Sinan Çetin’in her şeyden önce iyi bir yönetmen olduğunu savunmadan ve dizi oyuncularından bahsederken yaptıkları işi küçümseyip “Neydi oynadığı dizinin adı? Canım, dizi izlemem ki! Nereden bileyim?” demeden o masanın hakkını veremezsin.
Bebek ve Nişantaşı’nda ‘aldatan eş’
Bebek’teki Lucca, Nişantaşı’ndaki Brasserie ve hatta İstinye Park’taki Masa gibi makyajın ayarı, botoksun dozu kaçmış masalardaki ana yemek ilişki dedikoduları. Bu masalarda dönen dedikodular karın tokluğu kıvamında. Masalarda da salata ve sudan başka bir şey göremezsiniz. İki tutam dedikodu verin, tüm gün canları bir şey istemez. Dedikodunun baş kahramanları genelde aldatılan tanıdık bir sima ve aldatan eş. Kendi yarattıkları şehir efsaneleri de vardır: Soyadıyla ülke ekonomisine yön veren evli barklı bir adamın aslında gay olduğu ya da aynı zamanda futbol kulübü yöneticiliği de yapan iş adamının eşi ve sekreterinin aynı zamanda doğum yapmasının tesadüf olmadığı gibi gibi... Bugünlerde en iştah kabartan durum Efe Özbilgin ve Deniz Akkaya: “Seni Efe’nin düğününde görmüşler!”, “Deniz’i gördüm geçen. Vah vah... Yazık kızın haline” Olaylı bir boşanma gündemdeyse ‘ohal’ ilan ediyor. Ekip bir araya gelip, fazla mesaiye kalıyor. Bir gün, iyi giden bir ilişki hakkında dedikodu yaptıkları duyulmamıştır. Masaların altından fesatlık sızıyor.
Boğaz’da ‘memleket sorunları’
Boğaz’ı karşına alıp kadehini karşı yakaya/heybetli Boğaziçi köprüsüne kaldırınca, yanında bir de taze balık varsa, başlıyor İstanbul’a güzellemeler. Ardından “Bir başkadır benim memleketim” diyerek bir sağa sola sallanılması ve nihayetinde o vahim sorunun sorulması: “Ne olacak bu memleketin hali?” Hele seçim öncesi/sonrasıysa masalar birbirine girer, millet topyekun Boğaz’a dökülür. Tutabilene aşk olsun. Bugünlerde Boğaz’a nazır kurulan rakı sofralarında hararetli geçen ‘CHP’yi kurtarma operasyonları’ yüzünden büyükler arka arkaya devriliyor, gecenin sonunda yolluk rakıları bitmek bilmiyor.