DJ’in olmadığı, içerisinin sus pus olduğu bir kulüp düşünün. Böyle bir kulüpte, dünyanın en sıkı partisini vermek mümkün mi?
Dublin’in havalı, meşhur kulüplerinden ‘Dissey’deyiz. Kapıda sıramı beklerken bir tuhaflık seziyorum. İçeriden ne müzik sesi geliyor, ne de çılgın eğlence sesleri. Yanımdakilere, “Parti olduğundan emin misiniz?” diye soruyorum. “Bekle ve gör” diyorlar. Kapıda asılı, ‘Bu gece: Sessiz disko partisi’ afişi bile, hiçbir şey uyandırmıyor. Girişte retro havalı, rengarenk, devasa kulaklıklar dağıtılıyor.
Kulaklığın ucunda kemere takılabilir, cebe sokuşturulabilir bir çeşit kumanda var. Kulaklığı takıyorsunuz, dinlemek istediğiniz kanalı açıp partiye bağlanıyorsunuz. DJ yok, dans pistinde kendi dünyasında dans eden yüzlerce insan var. Massive Attack ile transa geçmişken karşınızda robot dansı yapan kız, 50 Cent figürleriyle ortalığı yıkan bir genç ve Beyonce’nin meşhur kalça figürleriyle coşan kız grubu var. Sessiz diskonun en keyifli yanı etrafı kolaçan etmekte. Eğlenceli kısım, insanları dans figürlerine göre tahlil etmek, dinledikleri müziği tahmin etmek.
Beraber dans etmek de mümkün. Arada insanlar birbirine el hareketleriyle “iki, ikiii, üçü aç, üççç!” mesajını verip, aynı kanaldan buluşuyorlar. Akıllıca. Telefon çaldığında “Duyamıyorum! Ne? Kim? Çok gürültülü bir yerdeyim” laflarına burada gerek yok. Telefon mu çaldı? Çıkar kulaklığı, aç telefonu, temiz temiz, sakin sakin konuş. Müziğin desibeline güvenip gece boyunca avaz avaz şarkı söyleyenler tek tek fişleniyor. Kendini müziğe kaptırıp en tiz sesle çığıran detone sesleri fişlemek mümkün.
Sessiz disko fikri, “Sesi çok açtın, yasağı deldin, sınırı aştın”larla uğraşan, gece 12’yi geçince bal kabağına dönüşme korkusuyla yaşayan Türk işletmecilere ilaç gibi gelebilir.
Dublin sokak stilini tarif etmek için tek bir isim vermek yeterli: Pete Doherty. Hani şu Kate Moss ile takılan, İngiliz muhabirde kuliste dayak yemiş, bir ara hapsi boylamış, uyuşturucu müptelası asi rocker! Doherty’nin, şükür ki, Dublin’le hiçbir bağı olmamasına rağmen Dublin sokaklarında her genç birer Pete Doherty edasıyla dolaşıyor. Kafada fötr şapka, elde bira şişesi, yüzde hafif morluk, ‘skinny jean’ ve bas gitar Dublin gençliğinin profilini tamamlayan unsurlar. Pete Doherty gençliğini bir tarafa koyun, kalan sağlar hâlâ Sex Pistols dönemini yaşıyor. Karşıdan gelen iri küpeli, pembe saçlı adamları gördükçe fondan cayır cayır bir ‘God Save the Queen’ yükselmesini beklesem de duyulan tek şey iki sokak öteden gelen Dublin’li yeni yetme gençlerin U2, Justin, Maroon 5 cover’ları. Funky, punky sokakarından yükselen 60’ların 70’lerin asi, anarşist havasını soludukça anarşist, küfürbaz bir tavır bekliyorsunuz. Ama nafile.
İrlandalıların damarlarındaki rahatlık, hayatı hafife alma, ‘içkini iç/keyfine bak’ durumu, anarşizmden yoksun Dublin’i bu kadar güzel kılan şeylerin başında geliyor.
‘Bewley’s Oriental Cafe’de espresso keyfi yaparken dört yaşındaki oğluyla yanımda biten, bir anda geçen haftaki Dublin&Cork maçını ‘Erman Hoca’ usulü analizini yapmaya başlayan Don’un tavsiyesi üzerinde şehrin en yeni, en sıcak restoranı ‘Rustic Store’un yolunu tutuyorum. Maç ile restoran önerisi arasına sıkışmış Avrupa politikası ve karısıyla çıktığı tatil gibi konuları es geçiyorum.
Sade ama cool Rustic Store
‘Rustic Store’, Dublin’e has köy yemeklerini modern tarzda yeniden yorumluyor. Sahibi şef Dylan Megrati, tanışabileceğiniz en cool adamlardan. Bir sandalye çekip, Rustic’in hikayesini anlatıyor heyecanla. (Tabii ki sormadan, tanışmadan, kırk yıllık arkadaşmışçasına...) Dylan hayatın sırrını, her şeyi basit tutmakla çözmüş. Taze otlar, İrlanda’nın köylerinden gelen bebek patatesler günün güzel geçmesine yetiyor. Israrı üzerine donmuş avokadoyla servis edilen salatalık çorbasını deniyorum. Şaşırtıcı bir tadı var. Dublin’den ilk izlenimler böyle.