Dünyanın en prestijli gastronomi yarışmalarından Bocuse D’Or’un Avrupa finalleri için Brüksel’deydim. İskandinavların yarışmada başarılı olmasının sebebi, halkın ve hükümetin gastronomiye sahip çıkması. Bizse kendi aramızda Türk mutfağına toz kondurmayız ama Edirne’den ötede esamemiz okunmaz
1983’ten bu yana efsane şef Paul Bocuse öncülüğünde düzenlenen bu yarışma, katılımcı şefler ve ülkeleri açısından farklı bir önem taşıyor. Önde gelen şeflerinin koçluğunda, ülkenin en iyi genç aşçıları, önce aynı kıtanın en iyileriyle yarışıyor. Sonrasında da üç büyük kıtanın (Asya, Avrupa ve Amerika) birincileri, Lyon’da dünya şampiyonluğu için mücadele ediyorlar. Yarışmada yaratıcılık, kullanılan teknikler, titizlik (her tabağın birebir aynı olması), temiz ve disiplinli çalışma öncelikle önem verilen unsurlar. Bunları değerlendiren jürilerse, dünyanın en iyi şefleri arasından seçiliyor. Bu sene Brezilya’dan Alex Atala, New York’tan Daniel Boulud, Fransa’dan Gilles Gaujon ve Belçika’dan Peter Goosen aklımda kalan birkaçıydı.
Bu yılki yarışmada ilk üçü sırasıyla Norveç, İsveç ve Danimarka paylaştı. Bundan 3-4 yıl öncesine kadar birincilikte Fransa’nın mutlak bir hakimiyeti vardı. Şimdilerdeyse gördüğünüz gibi, İskandinav ülkeleri ödülleri silip süpürüyor. Geçen sene dünya şampiyonluğunu Danimarka’nın alması ve İskandinavların bu derece başarılı olmasının sebebi, gerek hükümet gerekse ülke halkı olarak gastronomiye sahip çıkmalarından kaynaklanıyor. İskandinav ülkelerinin kendi takımlarının daha iyi ve rahat şartlarda yarışmaya hazırlanabilmeleri için 1 milyon euro’nun üzerinde bütçe ayırdıkları konuşuluyor. Yarışmayı izleyen ve ülkeleri için tezahürat yapan İskandinavlar ise, yarışmaya ayrı bir renk katıyor. Bizdeki futbol maçlarını aratmayacak izleyici kitleleri var. Bunun neticesinde de dünyanın bir numaralı restoranı olarak kabul edilen Noma’ya sahip oluyorlar. Yani hiçbir şey tesadüf değil.
Yolunuz Belçika’ya düşerse...
Biraz da şehirden bahsedeyim. Belçika, 2012’yi ‘gastronomi yılı’ ilan etmiş. Bocuse D’or yarışmasının finaller için Brüksel’i tercih etmesi de buna paralel bir gelişme. Uçaktan iner inmez tüm billboardlarda rengarenk yemek afişleri görüyorsunuz. Çikolatası, deniz mahsülleri ve biralarıyla meşhur ülkede, iki gün boyunca uğradığım tüm lokantalar ağzına kadar doluydu. Beni en çok etkileyense 40 senelik bir bistro oldu. Adı ‘l’Ogenblick’. Şehrin tam merkezinde,
muazzam Saint Hubert’s galerilerinin içerisindeki bu lokantanın dış görünümü aldatıcı olabilir. Oldukça salaş dekorasyonlu ama yemekleri 10 numara. İki gece üst üste gidecek kadar beni etkiledi. Kağıtta kalkan balığını ve deniz tarağı türlüsünü yolunuz bir gün düşerse mutlaka denemenizi tavsiye ederim. Meyvalı melba tatlısı ve nefis Belçika çikolatasından yapılan profiterolü de es geçmeyin.
Belçika’nın ülke gastronomisini ön plana çıkarmak için harcadığı çaba ve diğer İskandinav ülkelerinin bu yarışmaya verdikleri önemi görünce, neden dünya gastronomisi sahnesinde esamemizin okunmadığını daha net anlayabiliyorum. Kendi aramızda dünyanın en iyi mutfağına sahip olduğumuza inansak da, maalesef Edirne’nin öte tarafında kimse bizi tınlamıyor. Yukarıda adı geçen çoğu ülkeden daha zengin bir kültür, tarih ve gastronomi mirasına sahip olsak da kötü bir mirasyediyiz. Geçmişle övünmeyi bir tarafa bırakıp, 3-4 milyon nüfuslu yeni yetme ülkeleri nasıl yakalayacağımızın planlarını yapıp, sistematik bir
şekilde çalışmaya
başlamalıyız.