Her yıl olduğu gibi, 2010 da sona ererken bir lezzet muhasebesi yapıyorum. Hangi yemekler hafızamda en çok yer etmiş, nerelerden ayaklarım geri geri giderek ayrılmışım? Kimseye haksızlık etmek istemem. Bu seçimi geçen sene gittiğim ve yemek yediğim mekanlar arasından yaptım. Türkiye’de ve dünyada benim gidemediğim ama bu listeye girmeyi hak eden birçok yer olduğundan eminim.
Enteresan bir durum var bu seneki seçimlerimde... İlk üç restoran da, ‘fine-dining’ mekanlar değil. Bunun içsel bir başkaldırı olup olmadığını bilmiyorum doğrusu.
1) Cafe Viena: Barcelona’daki bu salaş mekanda, bugüne kadar yediğim en güzel sandviçi yedim. Enfes bir baget ekmeği arasında ‘Iberico jambonu’, zeytinyağı ve bizim Çanakkale domatesini andıran bir domatesten yapılan sosun nefis bir karışımı... Son derece basit ama New York Times’dan Le Monde’a kadar tüm gurme yazarları tarafından da dünyanın en iyisi seçilmiş.
2) Falafel Sahyoun: Beyrut’un sanayi mahallesindeki bizim Kızılkayalar’ı andıran bu büfeye eğer yolunuz düşerse, eminim önce “Murat, bize burayı mı tavsiye etti?” diye söyleneceksiniz. Lütfen acele etmeyin. Aç karnına gidin, kapıda taksiyi bekletin. Sonra bir oturuşta, kaç tane falafel yediğinize şaşıracaksınız.
3) Antiochia: Sevgili Jale Balcı’nın Antakya mutfağının en güzel örneklerini sunduğu
Antiochia’da aklımdan çıkmayan yemek, artık klasik haline gelen dürümleri... Yerel mutfağın yıldızlaştığı 2010’da, Türkiye’nin Noma’sı olmaya en büyük aday olarak görüyorum. Yöreselliğin, İstanbul’daki en başarılı ve modern örneği.
4) La Mouette: “İstanbul’un en iyi fine-dining restoranı hangisi?” diye sorduklarında, hiç tereddütsüz cevabım: “La Mouette”. İşine tutkuyla bağlı iki genç şefin (Üryan ve Cihan) yaptıkları her defasında beni kıskandırıyor. Her gittiğimde büyülenmiş olarak çıkıyorum.
5) Guy Savoy: Paris’e gidecek dostlarıma ilk tavsiyem... Fiyatları oldukça yüksek... Restoranın dekorasyonunun büyük bir atraksiyonu yok. Ama yemek ve servis konusunda, üniversitelerde üzerine tez yazılması gereken bir mekan. Kendinizi şımartmak istiyorsanız tavsiye ederim.
6) Nusret: Steakhouse’ların bolca açıldığı 2010’da, fikrimce bayrağı en tepede taşıyanı Nusret. Canayakınlığı, mükemmel dekoru, sıcak servisi ve İstanbul’un en güzel etlerini sunduğu restoranını eğer denemediyseniz, acele edin. Rezervasyon yaptırmayı da ihmal etmeyin.
7) Galvin Bistrot de Luxe: Londra’da, Fransızları kıskandıracak derecede iyi bir bistro. Harika bir de şarap listesi var. Yer bulmak pek kolay değil. Fiyat-kalite dengesinin en iyi olduğu Londra
restoranı olduğunu düşünüyorum.
8) Marchesi Alfieri: Kuzey İtalya’da Alba ile Asti arasında kalan, mimari olarak insanı büyüleyen bir şatoda, tam da bağ bozumu ile beyaz trüf mevsiminin çakıştığı dolunay akşamında yediğim yemeği, tahmin ediyorum hayatım boyunca unutamayacağım. Şato, aynı zamanda butik otel olarak hizmet veriyor. Eylül ayında gitmenizi şiddetle öneririm.
9) Pierre Koffman: Efsane şefin Londra’daki Berkeley Otel’in içinde yıllar sonra yeniden açtığı bu lokanta, İngiltere’nin birçok gurmesi tarafından da 2010’un en başarılı restoranı seçildi.
10) Le Petit Nice: Marsilya’daki üç Michelin Yıldızlı bu lokantayla balık konusunda rekabet edebilecek başka bir ‘fine-dining’ restoran olduğunu düşünmüyorum. Bir de ‘amuse-bouche’ları (tadımlık başlangıçları) dikkatinizi çekecektir.